24 Mayıs 2015 Pazar

Azmin Zaferi

Kısa öykü 2. bölüm. İyi okumalar...

Bölüm 2
En iyisinden daha iyi, en güçlüsünden daha güçlü, yıllar, asırlar boyu,
sıktım, sıktım, sıktım, sardım, sardım, sardım.

Onu gördüm orada, çaresiz yalnız ve kurak, orada tek başına. Sıcaktım, yumuşaktım, tozdum, sıvıydım. Yavaş yavaş uzandım, yaklaştım, üzerine aktım, sardım, sarmaladım. Nasıl gelmişti buralara? Ona acıdım, onu sevdim, can, hayat vermek istedim. Bana hiç karşılık vermedi, konuşmadı, paylaşmadı, içini, sırrını açmadı. Daha da hırslandım.

En iyisinden daha iyi, en güçlüsünden daha güçlü, yıllar, asırlar boyu,
sıktım, sıktım, sıktım, sardım, sardım, sardım.

Yaratıcı seslendi;
"O senin değil, sen ona iyi değilsin, sen onu öldürürsün, hayat veremezsin, bırak onu! Ona başkasını tayin ettim. O seni yenecek, delecek, parçalayıp tuzbuz edecek, dağılacaksın, sıktığına, kavradığına, içindekine ulaşacak. Onu senden alacak!"

İşte bundan sonra; hiddetlendim, sinirlendim, tutkuyla bağlandım. Daha daha hırslandım.

En iyisinden daha iyi, en güçlüsünden daha güçlü, yıllar, asırlar boyu,
sıktım, sıktım, sıktım, sardım, sardım, sardım.

En sonunda dayanamadım,
mağlup oldum, delindim, deşildim, dağıldım, parçalandım. Yanılmışım, yaratıcı haklıymış, ona can veremedim, hayat veremedim.

Azmin Zaferi

Merhabalar! üç bölümlük kısa bir öykü. iyi okumalar...

Bölüm 1

En iyisinden daha iyi, en hızlısından da daha hızlı, defalarca kez;

düştüm, düştüm, düştüm, çarptım, çarptım, çarptım.

Derin çatlakların içine süzüldüm, dehlizlerin içinde yol aldım, yolumu kaybettim, binlerce, yüz binlerce kez hatta. Isındım, şekil değiştirdim, göğe yükseldim. Yükseklerde, çook yükseklerde bulutlarda dolandım, orada da birçok kez yolumu şaşırdım. Umutsuz olmadım, yılmadım, bıkmadım, usanmadım, pes etmedim. Yaradanı andım, defalarca kez.

Düştüm, düştüm, düştüm, çarptım, çarptım, çarptım.

Yaratıcı seslendi;

“Eski diyarda, en yüksek dağın, en yüksek tepesinin, güneşe bakan yönünde; orada! En eski, en büyük, en sert, en muhteşem, kadim zamanların da öncesinde dışarıya, yüzeye yükselmiş, sertleşip sıkışmış, dağın en yücesi, en tepesi olmuş, o büyük, o en beyaz. Onunda içinde, taa derinlerinde, en ortasında, merkezinde sıkışıp kalmış, unutulmuş ve seni bekleyen yeni bir hayat!”

“Git ona! Unutma! Ona daha önce ulaşabilen olmadı, ona daha önce umut veren, hayat veren, onu mutlu eden olmadı. O uzun zamandır seni bekliyor. Git ona!”

O benim bekleyenim, o benim aşığım, ben onun beklediği, ben onun aşığı. O benim hayatım, hayatımın anlamı. O benim son şansım, o benim son durağım. Eğer benimle can bulacaksa, beni içine alacaksa, taa derinlerine, yeşerip hayat bulacaksa; onun için milyonlarca kez daha,


düşerim, düşerim, düşerim. Çarparım, çarparım, çarparım.

İşte bundan sonra; en iyisinden daha iyi, en hızlısından daha hızlı, defalarca kez;

düştüm, düştüm, düştüm, çarptım, çarptım, çarptım.En sonunda başardım, kazandım, hayat verdim, yeşerttim.

13 Kasım 2014 Perşembe

"ADEMOĞLU" (7)

…”Beni bulmalısın! Beni bul! Bul beni! Ne yapman gerektiğini biliyorum!

Raman ve Mara ve 5 yaşına gelmiş bebeklerinin iki elinden tutmuş çorak bozkırlarda ilerliyorlar ve Mara, Raman’ın sonradan hatırlayamayacağı, bir şeyi ya da bir yeri eliyle işaret ediyordu. İşte orada!.. Tam o esnada araya parazit gibi karışan o sesler ve seslenişler. “Beni bul! Beni bulmalısın!.. Yaveş’in nöbetinin son dakikalarında Raman’ın rüyasında bunlar oluyordu ve yine tamamlanamadan uyandı. Yaveş’de bu sayede ormandaki kötülük tarafından yutulmaktan kurtuldu. Aynı dakikalarda ihtiyar bilge Fantirn, hapsedildiği karanlık zindanlarda yattığı yerden eski dilde bir şeyler mırıldanıyordu yine. Evet işin aslı ihtiyar bilge Fantirn bir şekilde Raman’la telepati kuruyordu, onu kendisine yönlendiriyordu. Hem kendi kurtuluşu hem de Raman’a yapması gereken her şeyi bir bir anlatabilmek ve ona kendi soyunu, aslında tüm insanlığı barbar ve bozguncu soylardan kurtarabilmesini sağlayacak hamleleri yapması için.


Çünkü gerçekten Kabil’den gelen soy, nüfus olarak çok daha kalabalık ve diğer ırklara ve soylara karşı son derece acımasızlardı. Zaten maksatları da dünya üzerinde kendi hakimiyetlerini kurmak, bütün krallıkları ve ülkeleri yönetmek ve de sömürmekti. Kendi yönetimine girmeyen şehirleri yakıp yıkıyor, katliam ve soykırım yapıyorlardı. İşte Raman’ın üzerine düşen görev bu yüzden çok önemliydi ve başarısızlığa uğramamalıydı. Aslında başlangıçta bu kararı kendisi almış gibi görünse de onu bu raddeye getiren aşamalar vardı ve gerçekte görev ona birileri tarafından verilmişti. Çocukluğundan beri yaşlı bilgenin Raman’ın ailesini ziyaret etmesi, onunla ilgilenmesi, hikayeler, masallar anlatması, sık sık rüyalarına girmesi ve onu telkin etmesinin altında yatan maksat buydu. Onu bu tarihten sonra başlayacak olayların baş kahramanı olarak ilan etmişti. Çünkü Raman’ın oğlu Habil soyundan gelen son oğul ve insanlığın kurtarıcısı “Ademoğlu” olacaktı. Raman’ın da onu yaşı gelinceye kadar koruması ve olacak olanlara hazırlaması gerekiyordu. Bilge Fantirn’in bu dünyadaki görevi de belki başarıyla sona ermiş olacaktı…

9 Kasım 2014 Pazar

ADEMOĞLU (6)


…Mortmoth şehrine doğru Doğu yönünde yola çıkalı 8 saat geçmişti ve artık gölgeler uzamaya başlamıştı. İkinci molalarını vermek için kendilerine yer arıyorlardı. İlk dinlenme molasında olağandışı bir durum yaşanmamıştı ama bu kez duracakları yer, tercih ettikleri “Kuzey Orman” yolunun tam kenarıydı. Bu güzergahı seçtiler çünkü burada hiçbir insanla karşılaşmayacaklarını umuyorlardı. Nitekim öyle de olacaktı, lakin bu yol üzerinde ve bu yolculukta başlarına gelecek olanları bilselerdi kesinlikle tercih etmezlerdi. Yine de orman yolunun çok tehlikeli olduğunu biraz olsun bildiklerinden sessiz ilerlemeye gayret gösterdiler. Atlarını dörtnala koşturmuyorlar, hatta kendi aralarında pek konuşmuyorlar, konuşsalar bile birbirlerine çok yakın durduklarından bunu fısıltıyla yapıyorlardı. Duyulan tek ses yalnızca atlarının kuma, toprağa yahut küçük taşlara vuran toynak sesleriydi ve yeterince gürültü çıkarıyordu zaten. Tamamen sessiz olmayı başarsalar bile buradaki gizemli ve tuhaf yaratıklar onların varlığını hissedebilirdi, ki bu yalnızca an meselesiydi. -Böylesine bir yerde neden bir yol var diye soracak olursanız, yoldan kasıt aslında, kayalık, dağ, dere, tepe, bataklık vs. olmayan, engebesiz, insan, hayvan ve herhangi tekerlekli bir taşıtın rahatça yol alabileceği ve ormanın sağlıklı bir orman olduğu zamanlarda insanlar tarafından kısmen kullanıldığı bir güzergah.-



Bu yol bazen ormanın sınırına kadar yaklaşıyor bazı yerde de uzaklaşıyor, yolla arasına hafif tümsek, kayalık ve  çalılıklar giriyordu. İşte böyle bir yer buldular ve duraklamaya,  geceyi burada geçirmeye karar verdiler. Bir tepe ve tepenin üstünde, etrafında biraz çalılık bulunan büyükçe bir kaya vardı ve güneye bakan tarafı biraz daha alçak, güvenli bir yere benziyordu. Ancak orman sınırının fazla uzağında değildi. Sessiz sedasız eşyalarını çıkardılar, karanlık bastırmadan önce karınlarını doyurdular ve şiltelerini serdiler. Akşamüstü loşluğu yerini ıssız ve zifiri karanlık bir geceye bırakmaya başladığında uyumaya hazırlandılar. Üçünün birden uyuması sakıncalıydı oysa.  Nöbet paylaşımı yaptılar ve ilk üç saatlik nöbeti burada ismini ilk kez söylediğimiz Yaveş aldı. Yıldızların ve ay ışığının bile aydınlatmaya yetmediği gecenin, karanlık ve bir o kadar da korkutucu bölümünde üç saat kolay geçmeyecekti.


Diğerleri uykuya, Yaves de düşüncelere daldı bir müddet sonra. Köy baskınında ölen karısını ve yaşlı annesini düşünüp içli içli ağladı. İlk kez yalnız kalmıştı ve diğerlerinin yanında bunu yapmak istemiyordu. Ancak şimdi, düşünmek, üzülmek ve ağlayıp yas tutmak için vakit bulabildi. İlk 1 saati böyle geçtikten sonra kendisini toparladı ve etrafına dikkat kesilmeye başladı. Uzaklardan, ormanın ta içlerinden gelen seslere kulak kesildi. Bağırtılar, çığlıklar, uğuldamalar, ıslığa benzer tiz sesler hatta daha da yakından hışırtı, çıtırtı ve ayak sürümeler. Dakikalar ilerledikçe bu sesler daha da artıyor, dayanılmaz korkunç bir hal alıyordu. Gece olunca burası akıl almaz bir vahşetin süregeldiği bir yer haline geldi. Bir yandan da sanrılar görmeye başladı. Bir süre sonra sanki uyuşmuşcasına beyninin içi üzüntü, korku, kaygı vs. gibi tüm hislerden arınmış olarak ayağa kalktı. Sağına, soluna, hiçbir yere bakmadan bulundukları yerden orman tarafına yöneldi. Evet ormana doğru gidiyordu. Sanki bir şey onu içeri çekiyor ya da bir “varlık” onu hipnotize etmiş, ormanın içine çağırıyordu. Birkaç adım atmıştı ki Raman aniden uyandı. Yaveş’i yerinde göremeyince yattığı yerden kalktı etrafına bakındı. Ancak zifiri karanlıkta görebilmek mümkün olmadığı için bir şey göremedi. Sesleri Raman duymuyordu çünkü henüz etki altında değildi. Belki de başka bir nedenden dolayı “varlık” onu etkileyemiyordu bilinmez. Yaveş’in ilerlediği yönde ayak seslerini duydu ve mümkün olduğunca sessiz peşinden gitti. Ona yetişti ve yakaladı, çekiştirerek geriye getirdi. Yaveş tepkisiz ve uyuşmuş olduğundan zorluk çıkarmamıştı. Olağan dışı bir şey olduğunu anlamıştı Raman. Onu kayanın dibine oturttu. Matarasını çıkardı ve suyla yüzünü yıkadı. Bir süre kendine gelmesini bekledi…

27 Ekim 2014 Pazartesi

ADEMOĞLU (5)

Herkese merhabalar!

Hepimizin Cumhuriyet Bayramı şimdiden kutlu olsun. Belki tatilde okursunuz diye bir parça fantastik hikaye paylaşayım dedim. Çizimler yine berbat, dediğim gibi çizimde iddiam yok sadece tasvir etme amaçlıdır :) Keyifli okumalar...

"ADEMOĞLU" (5)
Kutsal Kitap

…”Kitabı bulmalısın! Kitabı bulmalısın! Kaderiniz buna bağlı, geleceğiniz buna bağlı! Kitabı bul Raman! Kitabı bul! Anahtar sende! Senden önce babandaydı, ondan önce büyükbabanda, ondan önce onun babasında ve ondan önce de onun babasında. Anahtarı kullan! Anahtarı kullan!

Bu sözler, ucu bucağı belli olmayan, tavanında yarasaların yuvalandığı ve onların gübrelerinin sebep olduğu asit yüklü boğucu havasıyla, ancak bir çocuğun geçebileceği denli daracık onlarca tünele ayrılan, zifiri karanlık, devasa bir mağaranın içinde kan ter içinde çıkışı arayan Raman’ın kulaklarında yankılanıyordu. Sesler bir türlü kesilmiyordu. Bir de çocukluğundan beri sürekli, bir çocuğun büyük bir kitabın sayfalarını okuduğunu gördüğü rüya karışıyordu araya. Mağaranın çıkışını bir türlü bulamıyor, ne kadar farklı yol denese de her seferinde aynı yere çıkıyordu.  Garip bir şey fark etti. Tavanda yarasalar olduğuna göre çıkış yakın olmalıydı, çünkü yarasalar bu kadar derinlerde tünemezlerdi. Onları göremiyordu ama seslerinden anlıyordu.




Çaresiz bir şekilde yine mağaranın orta yerine geldiğinde tavandaki yüz binlerce yarasa bir şeyden ürkmüş gibi birden bire kanatlanıp Raman’ın üzerine çullandı, sonra ayrıldılar ve bir müddet sağa sola uçuşup mağaranın tavanında toplanarak garip bir şekil oluşturdular. Akabinde onların altında parlak bir ışık belirdi. Bir yaşlı adam bu ışığın kaynağı olan asayı yukarı kaldırmış kendisine doğru bakıyordu. İhtiyarın tam da kendisine bir şey söylemek üzere olduğunu hissettiği anda uyandı. Bunun bir rüya olduğunu anlamakta gecikmedi. Lakin elinde olsaydı korkunç da olsa bu rüyadan uyanmayacak ve ihtiyarın söyleyeceklerini sonuna kadar dinleyecekti. Raman bu adamın, çocukluğunda sürekli ailesini ziyaret edip babasıyla uzun sohbetler eden, bazen de kendisine ilginç hikayeler anlatan, oyunlar oynayan, komik ve aynı zamanda sempatik görünüşlü, uzun sakallı ihtiyar bilge Fantirn olabileceği kanaatine vardı. Onu en son on iki yaşındayken görmüştü. Anahtarı da kendisine verenin Fantirn olduğunu hatırladı. Şimdi anahtarla nereyi açması ya da ne yapması gerektiği konusunda bilgi almak ve bununla ilgili tüm ayrıntıları öğrenmek için Fantirn’i bulup konuşma kararı aldı. Bunun için de uzun bir yolculuğa çıkacağı aşikardı. Kendini bu düşünceye hazırladı birkaç dakika içinde.


Sabah olmak üzereydi ve iyiden iyiye uykusu kaçtığından bir daha uyuyamadı. Zaten  birinin uyanması gerekiyordu. Aç bozkır kurtları kan kokusuna gelmişlerdi. Onların varlığını fark etti. Kurtları savuşturmak için ve rüyasını da unutmamaya çalışarak telaş içinde birkaç meşale yakıp bir daire oluşturacak biçimde yerlere sapladı. Kurtlar ateşe yaklaşamıyordu lakin uzaktan hırlamalarını duyuyordu. Meşaleler yanmaya devam ettiği sürece sorun yoktu. Yinede kılıcını kuşanmış vaziyette bir müddet kurtların uzaklaşmasını bekledi. O arada yakınında uyuyan iki arkadaşını da uyandırdı. Hava aydınlanmaya başladığında diğer adamalar da uyandı ve hepsini bir araya toplayıp rüyasından ve aldığı karardan bahsetti. Bazıları itiraz etsede çoğunluğun kararı kendisinden yanaydı. Karar kesinleşti. Buna göre Raman ve iki arkadaşı Bilge Fantirn’i bulmak için yola çıkacak, karısı ve bebeği de dahil diğer herkes, kendileri gibi Habil soyundan gelen başka göçebe kabilelelere katılacaklardı. Raman’ın onların arasında güvenebileceği yani karısını ve oğlunu emanet edebileceği akrabaları vardı. Bu karara Mara çok üzüldü. Önce itiraz etti, kabullenmedi fakat sonradan razı oldu. Yapılması gereken buydu çünkü. Güçlü görünmeye çalışsa da bunda fazla başarılı olamadı, gözyaşları içinde son bir kez kocasına sarıldı. Hüzün ve endişe dolu gözlerle baktı ve;

“Geri döneceksin değil mi? Dedi.
“Yakın zamanda döneceğim ve yeniden birlikte olacağız. Oğlumuza iyi bak, onu koru.




Ve iki gurup iki farklı yönde yola koyuldular. Raman ve iki arkadaşını kendileri farkında olmasa da zorlu bir yolculuk bekliyordu şimdi. Çünkü aramaya ilk başlayacakları yer Mormoth şehriydi ve bu kerteden sonra orası Raman için çok tehlikeli bir yerdi. Yol alacakları istikamet üzerinde her ne kadar Mormoth krallığının yönetiminde olsa da kaçakların, sürgün edilmişlerin ve haydutların, uğrak yeri olan, kanunsuzluğun hüküm sürdüğü kuzey ve güney olarak ikiye ayrılan Erian kasabaları vardı. Bu iki kasabanın yakınından iki farklı yol ve bir de Kuzey Erian’ın yukarsından “Kuzey Orman” da denilen büyük ormanın eteğinden geçen ve kimsenin tercih etmediği daha tehlikeli bir yol vardı. Güney Erian kuzeyde kalan yarısından bir nebze olsun daha derli toplu ve daha kontrollüydü. Burada krallık muhafızları ve askerleri daha fazla olduğundan kanunsuzluk daha azdı fakat bu hiç de Raman’ın tercih ettiği bir yol değildi. Raman Kuzey Erian yahut her türlü tehlikeye rağmen Kuzey Orman yolunu tercih edecekti...

17 Ekim 2014 Cuma

ADEMOĞLU (4)

"ADEMOĞLU" (Kesit 4)


…Raman ve arkadaşlarının ticaret için gittikleri yer büyük Mormoth şehriydi. Göçebe köyüne at koşumu üç günlük mesafedeydi. Etrafı safi kayadan yüksek dağlarla çevrili, dümdüz ve geniş bir alanda kurulu olan şehre, sarp kayalıklar kuzey ve güney yönlerinden iki geçit veriyordu yalnızca. Ayrıca şehrin etrafı taştan örülmüş yüksek surlarla çevriliydi. Bu geçitler ve oralara açılan iki bölmeli yüksek sur girişlerinin dışında hiçbir yönden şehre girilemezdi. Kısacası son derece korunaklı bir konumdaydı bu şehir. Eski kral Yüce Mormoth zamanında asırlar önce kurulan ve onun soyu tarafından yönetilen bu şehir tarihte hiçbir devlet veya ordu tarafından fethedilememişti. Şimdi bu şehrin, en cesur askerlerinin, cellatların ve hücre muhafızlarının bile girmeye cesaret edemediği en derin ve karanlık zindanlarından birinde, saçıyla aynı uzunlukta, birazda pislik ve çamura bulanmış beyaz sakalı, gür beyaz kaşları, kırış kırış ama bakınca insana güven veren siması, kömürümsü taşlara yatmaktan kara kara olmuş tombul yanaklarıyla bir ihtiyar sağ yanı üzerine yatmış eski dilde bir şeyler mırıldanıyordu. Yüzü gözü çamur ve pislik içinde olsa bile yumuk göz kapaklarının ardından yeşil renkli gözleri parlıyordu.



Peki ama kim bu ihtiyar ve zindanda ne işi vardı? Bir nedenden ötürü geldiği Mormoth şehrinde kralın emriyle yakalatılan bu gezgin ihtiyar, herkesçe tanınmasa da bazıları tarafından Bilge Gezgin Fantirn olarak biliniyordu. Neredeyse yirmi kuşak görecek kadar yaşı olan Fantirn’in yakalanıp zindana hapsedilme nedeni ise şüphesiz çok uzun yıllar yaşadığı için sahip olduğu ve kimsenin bilmediği sırlardı. Bunlardan krala gerekli olanı ise Raman’ın Habil’e kadar uzanan atalarından miras kalan ve bizim daha önce “Emanet” diye bahsettiğimiz gizemli anahtar. Kral anahtarın varlığından haberdardı lakin nerede ve kimde olduğunu bilmiyordu. İşte bu bilgiyi de zavallı ihtiyar bilge Fantirn’in ağzından dayanılmaz işkencelerle ve çeşitli simya yöntemleriyle söküp almayı başarmış ve onu ölüm zindanlarına hapsetmişti. Bilge Fantirn her ne kadar bu bilgiyi ölümü pahasına da olsa vermeyecekse bile bilinci dışında gerçekleşmişti. Raman’ın göçebe köyüne yapılan saldırının asıl amacı da buydu.

O sıralarda Raman’ın köyünde;
Raman, karısı, bebeği ve yanında gelen iki arkadaşıyla birlikte hala alevleri sönmemiş köyüne döndüğünde diğer adamların kimisini ölülelerinin başında, kimisini, yağmadan kalan eşyalarını toplarken, kimisini perişan vaziyette oturmuş ağlar vaziyette, bir diğer ikisini de kendi aralarında tartışırken buldu. Darmadağın olmuşlardı. Cesetlerin hepsini sırayla bir yere dizmişler ve ne yapacakları konusunda kararsızca Raman’ı beklemişlerdi. Raman tartışan iki adamın yanlarına gitti ve söze karıştı;

"Ne oluyor? Neden tartışıyorsunuz?
Adamlardan biri soru ile cevap verdi.

"Şimdi ne yapacağız Raman? Her şeyimiz elimizden alındı. Eşlerimizi, çocuklarımızı, akrabalarımızı katlettiler. Kim bunlar, bizden ne istediler?
O sırada ölen anne-babasının başında çömelmiş ağlamakta olan başka bir adam hışımla yerinden kalktı ve doğrudan Raman’ın üzerine yürüdü. Yükselen alevlerin ışığından aydınlanan yüzündeki ifade korkutucuydu, fakat parlayan gözyaşlarından ağladığı belli oluyordu. Ramanın yanına kadar geldi ve yüksek sesle;

"Hepsi senin yüzünden. Buraya emaneti aramak için geldiler. İşe yaramaz bir anahtar parçası yüzünden ailelerimiz katledildi, köyümüz yağmalandı, yuvalarımız yıkıldı. 
Bir diğeri ondan cesaret alıp atıldı.

"Benim de ailemden hiç kimse kalmadı. Şimdi ne yapacağız? Nereye gideceğiz?
Raman sükunetini koruyarak, hep bir ağızdan ve sürekli aynı şeyleri bağırıp çağırarak söyleyip duran kalabalığı, ellerini avuç içleri aşağı bakacak şekilde açıp sallayarak susturmaya çalıştı. Elbette bu hareket böyle gergin bir ortamda yeterli olmamıştı. Sonunda dayanamadı ve gür bir sesle bağırdı.

"Yeter! Susun artık. Kayıplarınız için üzgünüm. Benim de iki çocuğum ortada yok, ölülerini bulamadım. Bu haydut sürüsünün bize bunu neden yaptığını bilmiyorum. Eskiden beri bunlardan hep zulüm gördük. Sürüldük, köleleştirildik, işkencelerine maruz kaldık. Babam sırf göçebe bir köylü olduğu için Mormoth şehrinde yakalanıp işkence ile öldürüldü. Şimdi sakin olun. Önce ölülerimizi gömelim.

Raman ölülerini gömmeleri gerektiğini eskilerden beri anlatılagelen Kabil ve Habil kardeşlerin, yani atalarının hikayelerinden biliyordu. -Zira Kabil, kardeşi Habil’i öldürdükten sonra cesedi başında korku, pişmanlık ve ne yapacağını bilmez bir halde beklerken, bir karganın ağzındaki cevizi gömmek için toprağı eşelemesinden esinlenmişti.- Bir an duraksadığında bu olay aklına geldi Raman’ın ve konuşmasına devam etti.

"Bundan böyle daha dikkatli olacağız, ne yapacağımıza ve nereye gideceğimize hep birlikte karar vereceğiz. Şafakta buradan ayrılıyoruz. Şimdi kayıplarımız için son görevimizi yerine getirelim…

29 Eylül 2014 Pazartesi

ADEMOĞLU (3)

"Ademoğlu" (Kesit 3)


…Göz gözü görmeyen zifiri ve korkutucu karanlıkta Mara bir müddet daha bekledi. Yaşadığı travmayı atlatması kolay olmayacaktı. Bir yandan kendisinin ve bebeğinin ölümün kıyısından dönüşünü, diğer yandan baskın sırasında dışarıda oynamakta olan çocuklarının akibetini düşünüyordu. Onların öldüğünü görmemişti ama o vahşi saldırıdan kim sağ kurtulabilirdi ki? Özellikle de 6-7 yaşlarındaki çocuklar. Kaçışı esnasında birkaç saniyeliğine de olsa gördükleri, kimisi akrabası, kimisi komşusu, arkadaşı olan köylülerin bağırış çağırışları ve kanlar içinde yere yığılışları gözünün önüne geldi. İçine tarifini yapamayacağı bir ürperti geldi. 







Bu esnada bebeği çoktan emmeyi bırakmış ve yeniden ağlamaya başlamıştı. Birden irkildi ve taşıdığı emaneti yokladı ve yerinde olduğunu anladığında içi rahatladı.

Yağmacı haydutlar çoktan uzaklaşmış olsalar bile bebeğin ağlaması etraftaki yabani hayvanlara veya var olduklarına inandığı doğaüstü varlıklara yerlerini belli ediyordu. Nitekim biraz uzaklardan ona doğru yaklaşan çıtırtılar duymaya başladı ve korkusu iyice arttı. İyice büzüşüp, kıvrılıp elinden gelse ağaç köklerinin içine girebilecek durumdayken, ellerinde meşalelerle yaklaşan birkaç kişinin silüeti karşısına dikildi. Zayıf ışığın aydınlattığı yüz kocasına aitti. Evet bu gelen kocası Raman’dı. Raman üzerlerine siper olur gibi eğilip karısına sarıldı.

“Mara! Şükürler olsun işte buradasın. Çocuklarımız! Çocuklarımız nerede?

Etkisi hala geçmeyen korkuyu, dehşeti ve sevinci aynı anda yaşayan Mara bir kolunda bebeğiyle kocasına sımsıkı sarıldı. Boğazında düğümlenen ağlamaklı sesiyle;

“Raman çok üzgünüm, dışarıda oynuyorlardı. Onlara seslendim, aradım ama bulamadım. Her şey bir anda oldu, köyümüzü bastılar, herkesi öldürdüler”. 

Ağlamaya devam ederek;
“Kaçmak zorundaydım, bebeğimizi kurtarmak zorundaydım”.

“Geçti Mara. Geçti ağlama. Ya emanet? O sende mi?

“Evet, emanetimiz güvende.

“Yüce yaratıcıya şükür ki bebeğimiz ve sen yaşıyorsunuz. Dimmet ve Şimla’yı ölülerin arasında bulamadım. Kaçmış olmalılar onları bulacağız. Haydi kalk gidelim.

Hep beraber oradan ayrılıp yağmalanan köylerinin yolunu tuttular.

Raman, Ademoğlu Habil soyundandı ve bebek o soyun son varisiydi. Habil’den gelen bu soy barışçıl, çalışkan, dürüst ve inançlı bir soydu. Ama barbar soyların zulmü yüzünden dağılmış, ve kısmen köleleştirilmişlerdi. Yine de zulümden kaçabilenler, küçük guruplar ve aileler halinde, ayrı ayrı bölgelerde göçebe olarak yaşıyorlardı. Raman ve köylüleri de böyledi. O ve köyden onbir kişi ticaret amacıyla iki haftalığına ayrılmışlardı ve dönüşleri de bugüne denk gelmişti. Diğer erkeklerde kendi hanelerinin reisleriydi. Lakin Mara ve bebeği hariç geriye sağ kimse kalmamıştı. Geldiklerinde vahşete kendi gözleriyle tanık oldular. Kanı hala akmaya devam eden, kadın, çocuk ve yaşlılar. Şüphesiz bu zavallılar ticaret yapmak için ayrılan erkeklerin, karısı, annesi, babası, kardeşleri, çocukları ve akrabalarıydı. Herkes kendi yakınlarının ölüsünü ararken Raman da direkt olarak köyün en sonundaki kendi çadırına koşmuştu. Çadırı ve etrafını epeyce aramasına rağmen karısının ve çocuklarının cesedini görememişti. Kaçmış olabileceklerini düşünerek birkaç arkadaşını da alıp ağaçlık bölgeyi aramaya karar vermişti. Bebeğin ağlaması da onları bulmalarına yardımcı oldu…

21 Eylül 2014 Pazar

ADEMOĞLU (2)

“Ademoğlu” (Kesit 2)

…O sırada Mara ağaçlık alanda kendisine gizlenebileceği bir yer aramakla meşgulken karnı aç olan bebeği durmaksızın ağlıyordu. Köye baskın yapan yağmacı haydutlardan birkaçı ağaçlık alana girmişti bile kaçan, gizlenen var mı diye. Kimseyi sağ bırakmaya niyetleri yoktu çünkü. Her çalının içini karıştırıyor her ağacın altına üstüne bakıyorlardı lakin hem vaktin akşam alacakaranlığı oluşundan bir şey göremiyor hem de kendi gürültü ve homurtularından bebeğin ağlama sesini duyamıyorlardı. Arama, tarama yapan haydutlardan elli-altmış metre kadar uzaktaydı Mara ve bebeğini de susturması gerekiyordu.


Birden bebeğin zaten aç olduğu emzirmesi gerektiği aklına geldi. Böylelikle susturabilirdi de. İçten içe vicdanı ile çatışırken onu daha önceden doyurmamış olması belki de hayatlarını kurtarabilir diye düşündü. Zaten bebek mütemadiyen ağlarken kaçmanın bir anlamı yoktu. Geniş gövdeli yaşlı bir ağacın ikiye ayrılan kalın kökleri arasında kendine çukur bir yer buldu ve oraya çöküp sağ göğsünü dayadı bebeğin ağzına. Bir yandan da tehlike geçene kadar bebeğin doymaması ve emmekten kafasını kaldırıp yeniden ağlamaya başlamaması için dua ediyordu. Karnı aç olan bebek böyle bir şeye yeltenmedi bile. Haydutlar bir müddet aradıktan sonra kimsenin olmadığına kanaat getirip geri döndüler. Mara onları göremiyordu fakat gürültülerini duyabiliyordu. Nitekim gürültüler uzaklaşmaya başladığında içi rahatladı, biraz olsun heyecan ve korkusu hafifledi…

19 Eylül 2014 Cuma

ADEMOĞLU (1)


Merhaba!


Sizlere, yine uzun zaman önce proje olarak düşündüğüm fakat yazmaya ancak yakın bir zamanda başlayabildiğim “Ademoğlu” adlı kurgu romanımı duyurmak istiyorum. Romanda geçen bilgileri kesinlikle referans almayınız ya da göstermeyiniz zira belirttiğim gibi “kurgu-yarıkurgu” bir romandır. Tarihler, isimler, olaylar, gerçek ya da gerçek dışı olabilir. Bir anlamda gerçekliğin ve gerçeküstülüğün harmanlanmış halidir. Roman’ın hikayesinden burada bahsetmeyeceğim. Sadece yazdığım bölümlerden paragraflar yayınlayacağım. Umarım keyifle okursunuz. İşte ilk kesit;

“Ademoğlu” Kesit 1

…Mara ocaktaki yemeğin daha çabuk pişmesi için altındaki ateşi harladı. Vakit akşamüstüydü. Tam o anda uzaklardan gelmekte olan nal seslerini ateşin uğultusundan duyamamıştı. Kundakta ağlayan altı aylık bebeğini de, dışarıda, çadırın önünde her şeyden habersiz oynayan iki küçük çocuğunu da doyurması gerekiyordu. Nal sesleri git gide yaklaştı. İrili ufaklı yirmi çadırın bulunduğu göçebe köyünün gözcüsü panik içinde –Geliyorlar diyerek köye doğru koşuyordu o sırada. Göçebe köylüler panik ve kaos içinde sağa sola koşuşturmaya başladığında köyün on beş nöbetçi askeri de silahlarını kuşanıp gözcünün belirttiği yönde yerlerini aldılar. Bu askerler de öyle bildiğimiz askerlerden değil. Kimisi demirci, kimisi oduncu, kimisi yaşlı, kimisi fazla toy. Yani nal seslerini duyduğumuz yağmacı haydutların bir çırpıda kılıçtan geçirebileceği kadar eğitimsizler. Nitekim öyle de oldu. İlk ölenler onlar oldu. Mara’nın dışarıda oynayan iki çocuğu o farkında olmadan çadırın önünden uzaklaşmıştı ve onları bulamıyordu. Ve epeyce bir süre çocuklarına seslenmesine ve aramasına rağmen bulamadı. O arada haydutlar da köye girmişti. Genç kadın çaresizlik içinde kundaktaki bebeğini kaptığı gibi köyün arka tarafındaki hafif ormanlık alanda aldı soluğu. Mara’nın çadırı haydutların saldırıya geçtiği yönün tersi istikamette ve diğer çadırlardan biraz uzaktaydı. O ormanlık alana kaçana kadar göçebe köylülerin yarısından fazlası katledilmiş ve yağma başlamıştı…

Devam edecek.


13 Eylül 2014 Cumartesi

Düşünceler, Düşündükçe Delirmeceler

MİKRO ALEMDEN MAKRO ALEME

"Ali'nin Misketleri"



Gökyüzü aniden karanlığa büründü. Tekrar parladı, tekrar karanlığa büründü. Hortumlar, fırtınalar, yıldırımlar, depremler, ses patlamaları. Dev kütleler dağılıp, saçılıp yer değiştiriyor, alev topu gibi meteorlar düşüyor, düştükleri yerde derin çukurlar, obruklar, kraterler, ateş, duman ve toz bulutları oluşturuyorlardı. Etrafa saçılan toz toprak ve parçacık önce gökyüzüne kadar yükseliyor, sonra kilometrelerce uzakta yere düşüyordu. Alevler yükseliyor, sular kaynıyor, hava, ateş, su, toprak, dört element adeta çıldırmışcasına kavga ediyordu. Böylesine bir dehşet ve korkutucu bir olay görülmemişti ve böyle bir yerde hayatta kalmak şöyle dursun, biten hayatın yeniden yeşermesi bile mümkün görünmüyordu. Ya da belki milyon yıllar sürebilirdi.
Bütün bunlara sebep neydi peki durup dururken? Allah (c.c) bize kızmış mıydı? Kıyametimiz miydi bu?

HAYIR.

Bizim mahallenin küçük zıpırı Ali'nin cebinde şıkırdattığı 3-5 misketin kıyametiydi.
Şimda "Oha! böyle bir şey mümkün mü?" diyenler varsa lütfen demesin. 


Bakalım mümkün mü?
Şimdi misketi oluşturan camın ana hammaddesi silisyum (SiO2) elementinin özelliklerine bir bakalım. Atom numarası 14, yani 14 protona sahip. Elektron dizilimi 2-8-4 şeklindedir. Neyse silisyumun seceresini saymayalım. Atomun etrafında güçlü nükleer kuvvet sayesinde yörüngede dönen elektronlar, çekirdeğindeki nötron ve protonlar, onları oluşturan quarklar ve henüz keşfedemediğimiz atomaltı parçacıklar vs. Siz de bir benzerlik görebildiniz mi? Uzay, galaksiler, yıldızlar, göktaşları, samanyolu gökadası (milk way), hatta bize doğru gelmekte olan ve bilmem kaç milyar yıl sonra çarpışacak olduğumuz Andromeda gökadası. Hayatımız, güneşimiz, onun etrafında dönen gezegenler, dünyamız ve üzerinde yaşayan bizler, bizim de içimizdeki mikro alemler. Demek istediğim Ali'nin misketlerinin içinde de yaşayan bir alem, dönen bir devran. Nasıl ikna oldunuz mu? Öyle hemen ikna olmayın. Şüphesiz biz, yüce yaradanın bizim bilmemize izin verdiği kadarını bilebilir ve keşfedebiliriz. Sorgulamak yaradılışımızda var ya... Bu da benim uzun zaman önceden beri kendi kendime sorduğum bir konuydu paylaşmak istedim.

Beni yakından tanıyanlar bilir, bilmeyenler ve konuya çok materyalist yaklaştığımı düşünenler için belirtme gereği duyuyorum. Ben materyalist, darwinist, ateist, paganist, budist, putperest veya dinsiz biri değilim.

Okuduğunuz için teşekkürler. Sağlıcakla kalın...

9 Eylül 2014 Salı

Kayıp Ruhlar (9)

Cansız, daha doğrusu koma uykusundaki bedeni yerinden taşıdı garip görünüşlü adam. Onun için pek de zor değildi yetmiş kiloluk bedeni yerinden oynatmak ve bir ceset torbasına koymak. Zira güçlü kuvvetli bir adamdı. Bedenin bulunduğu oda elbette Lorenzo’nun L.A’daki evinin salonu, beden onun bedeni ve taşıyan da Mr. Jason’du şüphesiz. Lorenzo’nun ruhu vücudunu terk ettikten birkaç dakika sonra Mr. Jason girmişti odaya. O bir “Takipçi” ve iyi tarafta olanlardan biriydi ve şimdi bu bedeni güvenli bir yere taşımalıydı. Bu yer şehrin dışında, terk edilmiş, eskiden fabrika olarak kullanılan, şimdilerde boş, virane, yıkık dökük ve şehirlerarası otoyoldan on kilometre kadar içeride eski bir binaydı. Mr. Jason Lorenzo’nun bedenini en geç bir saat içinde, zarar görmeden ve kimseye belli etmeden evden çıkarıp bu yere getirmeliydi. Nitekim öncesinde planını yapmıştı Mr. Jason. Sadece uygun anı bekliyordu ve o an şu andı. Daha önce apartmanın kapısına kadar geri geri yanaştırdığı arkası kapalı 90 Model Chevrolet kamyonet çalışır vaziyetteydi ve bir “Master” olan yardımcısı da ortalığı kolaçan etmekle görevliydi. Öncesinde de şüphe çekmemek ve eşya taşıma süsü vermek için birkaç eski eşya yüklemişti kamyonete. Master ile yola koyuldular ve hesabına göre tam vaktinde yetiştirebilecekti emanetini…

13 Ağustos 2014 Çarşamba

Kayıp Ruhlar (8)

Cansız, daha doğrusu koma uykusundaki bedeni yerinden taşıdı garip görünüşlü adam. Onun için pek de zor değildi yetmiş kiloluk bedeni yerinden oynatmak ve bir ceset  torbasına koymak. Zira güçlü kuvvetli bir adamdı. Bedenin bulunduğu oda elbette Lorenzo’nun L.A’daki evinin salonu, beden onun bedeni ve taşıyan da Mr. Jason’du şüphesiz. Lorenzo’nun ruhu vücudunu terk ettikten birkaç dakika sonra Mr. Jason girmişti odaya. O bir “Takipçi” ve iyi tarafta olanlardan biriydi ve şimdi bu bedeni güvenli bir yere taşımalıydı. Bu yer şehrin dışında, terk edilmiş, eskiden fabrika olarak kullanılan, şimdilerde boş, virane, yıkık dökük ve şehirlerarası otoyoldan on kilometre kadar içeride eski bir binaydı. Mr. Jason Lorenzo’nun bedenini en geç bir saat içinde, zarar görmeden ve kimseye belli etmeden evden çıkarıp bu yere getirmeliydi. Nitekim öncesinde planını yapmıştı Mr. Jason. Sadece uygun anı bekliyordu ve o an şu andı. Daha önce apartmanın kapısına kadar geri geri yanaştırdığı arkası kapalı 90 Model Chevrolet kamyonet çalışır vaziyetteydi ve bir “Master” olan yardımcısı da ortalığı kolaçan etmekle görevliydi. Öncesinde de şüphe çekmemek ve eşya taşıma süsü vermek için birkaç eski eşya yüklemişti kamyonete. Master ile yola koyuldular ve hesabına göre tam vaktinde yetiştirebilecekti emanetini…

25 Haziran 2014 Çarşamba

Kayıp Ruhlar (7)

…Gözlerini yeniden açtı Lorenzo. Her türten kuş, börtü böcek, yaban hayvanı ve rüzgarın dansıyla birbirine sürten yaprak sesleriyle ve günün ilk ışıklarıyla yeni bir güne uyanmıştı. Artık değişim tamamen gerçekleşmişti ve tek bedende iki farklı kişiydi. Aynı zamanda bunun farkındaydı da. Şimdi yapması gerekenleri sırasıyla, adım adım yoluna koymak ve durumunun muhasebesini yapmak için zamana ve düşünmeye ihtiyacı vardı. Uyandığı oyuktan çıkıp belirli bir yöne doğru yürümeye koyulduğunda bunu yapmaya başlamıştı bile. İlk olarak kabilesinin yaşadığı köye gitmeliydi. Bulunduğu bedenin ilk sahibi genç yerli avcı her ne kadar yön tayini bilmediğinden dolayı ormanda kaybolduysa da Lorenzo’nun bu konuda biraz yeteneği ve bilgisi vardı. Dinlene dinlene, kah yürüyerek, kah koşarak yaklaşık sekiz saat yol aldı. Yürürken yolu üzerinde avcıların bıraktığı izleri görüyordu. Böylelikle doğru yönde gittiğini de anlamış oldu ve aynı izler üzerinde bir müddet daha ilerledi. Akşam neredeyse olmuştu ve ormanın sınırına çok az bir mesafe kalmıştı. Orman zeminindeki sarmaşık, kırık ağaç dalları, çalı çırpı, dikenli bitkiler ve yer yer ıslak, nemli, batak kısımlar yüzünden yavaş ilerledi ve ayakları kan revan, yara bere içinde kaldı. Nihayetinde orman sınırına, hem de avcıların ilk kamp kurdukları yere varmayı başardı. Buradan sonra köyü bulmak kolaydı artık...

5 Haziran 2014 Perşembe

Kayıp Ruhlar (6)

Tarih: 26 Ekim 2010
Yer: Avustralya, New South Wales (Yeni Güney Galler)

15 kişilik avcı grubu, kabile halkının girmeye en çok korktuğu eski ormanın kenarında son molalarını verdi. Maksatları yaban hayvanı bolluğu bulunan ve aynı zamanda görünmez tehlikelerle dolu bu ormanda birkaç gün avlanıp köylerine yiyecek av etiyle dönmekti. Şafakla birlikte üçerli gruplar halinde tüm av silahları ve malzemeleriyle ormanın çeşitli bölgelerine dağılmaktı planları. Her grupta en az biri daha önce bu ormanda avlanan tecrübeli bir avcı ve ormanı hiç bilmeyen gençler vardı. Tecrübeli avcılar hem ormanı daha iyi biliyorlardı hem de avcılık yetenekleri oldukça iyiydi. Gençler ise onların yanında ormanı ve avlanma tekniklerini öğreniyorlardı. Bu düzen içinde, planlandığı şekilde üçerli dört grup aralarında yaklaşık ellişer metre arayla ve farklı istikametlerde ormana girdi. Dördüncü üç kişilik grup ise orada kalıp kampı korumakla görevliydi. Avcı grupların getirdiği etleri kendi yöntemleriyle bozulmayacak şekilde stoklamak da onarın görevleri arasındaydı. Çünkü avlananlar bir av yakaladıklarında, geldikleri yönden geri dönerek ormanın kenarında kurdukları kampa avlarını bırakıp tekrar ormana dönüyorlardı. Bu şekilde iki gün geçirdiler ve bütün kabileye neredeyse iki ay yetebilecek av eti stoklamışlardı.

Avda geçirecekleri son bir gün daha kalmıştı. Lakin sonuncu gün gökyüzü kara bulutlarca istila edilmişti ve şiddetli bir fırtınanın habercisiydiler. Avcılar ilk başta böyle bir günde ava çıkmak istemeseler de aralarında en tecrübeli ve yaşlı olanı onları birkaç saatliğine fazla uzaklaşmadan avlanmaya ikna etmişti. Gruplardan birinde iki tecrübeli, bir de genç ve tecrübesiz bir avcı vardı. Genç olan sürekli gruptan uzaklaşıp kendi başına bir şeyler yapmanın derdindeydi. Maksadı kendini ispat etmekti. Diğer iki tecrübeli avcının kendisini sürekli uyarmasına ve durdurmaya çalışmasına pek kulak asmıyordu. Nitekim genç avcı farkında olmadan diğer ikisinden fazlaca uzaklaştı ve vahşi ormanın içinde yönünü kaybetti. Heyecan ve panik içinde umutsuzca sağa koşuşturdu ve yorgun düştü. Biraz dinlendikten sonra kampın bulunduğunu tahmin ettiği yöne doğru yöneldi ama o yönün yanlış yön olduğunun ve gitgide ormanın derinliklerine doğru koştuğunun farkında bile değildi. Hatta daha hızlı yol alabilmek için üzerindeki ağırlıkları ve silahları da atmıştı. Nasıl olsa son gündü ve onlar için av silahı yapmak basit bir işti ve zaten biraz daha yol alırsa kampa varacağını düşünüyordu. Lakin yanılıyordu. Grubun diğer iki tecrübeli üyesi onu aramaya başlamışlardı bile. Vakit yaklaşık öğleden sonra olmasına rağmen gökyüzünü kaplayan kara bulutlar ve kasvetli ormanın tavanını kaplayan ağaç dallarının ve dalından henüz düşmemiş yayvan yaprakların etkisiyle neredeyse gece gibiydi. Genç avcı uzun süre aynı yöne koşmasına rağmen ormanın sınırını yahut kamp falan göremedi. Kaybolduğunu anladığında iş işten geçmişti. Ormanın yaklaşık on kilometre kadar içerisindeydi. Bu düz yolda az bir mesafe gibi görünse de böyle bir orman için aynı şey söz konusu değil. Artık iyice yorgun düşen avcı kendine sığınak bulup orada dinlenmeyi ve geceyi geçirmeyi düşünmeye başladığı sırada beynine saplanan çok ani ve şiddetli ağrı sebebiyle bu düşüncesini gerçekleştiremedi. Yere yığılıp kaldı, burada iki gün boyunca bilinçsiz bir şekilde koma uykusuna yatacak ve Lorenzo olarak uyanacaktı…

3 Haziran 2014 Salı

Kayıp Ruhlar (5)

Tarih: 5 Eylül 2009
Yer: ABD, Chicago


Catherine şehrin en ışıl ışıl ve işlek caddesini yukarıdan gören kalabalık kafeteryada yorgunluk kahvesini yudumlarken çok huzursuz görünüyordu. Haftada birkaç kez geldiği kafeteryanın garsonları onun sıcakkanlı görünüşüne ve her zamanki gülümser haline alışkın olduklarından ondaki huzursuz durumu çoktan fark etmişlerdi. Az sonra olacakları sezmiş gibiydi ve onu izleyen olaylar zinciri Catherine’in hayatının bundan sonraki bölümünde önemli değişiklikler yaratacaktı. Seyre daldığı ışıklı caddeden başını aniden çevirip kafenin en köşesinde tek kişilik masada oturan genç adama dikti bakışlarını. Bir süre adamı izledi. Sekiz-on saniye aralıklarla sanki krize girmek üzereymişcesine başını titretmesi Catherine’den başkasının dikkatini çekmemişti. Başını başka hiçbir yana çevirmeden yaklaşık beş dakika adamı izledi. Titremeler gitgide daha da artmaya başlamıştı ki, kalkıp yardımcı olmak ya da hiç karışmamak arasında gidip gelen Catherine en sonunda dayanamayıp adamın masasına gitti. –Bayım iyi misiniz? diye sordu cılız ve ürkek bir ses tonuyla. Adam hiç cevap vermeden başını kaldırıp sanki tanıyormuş gibi Catherine’in gözlerinin içine baktı birkaç saniyeliğine ve tekrar önüne eğdi. Ardından en son ve en şiddetli titreme geldi. Catherine korku ve panik içinde ne yapacağını bilmeden donakaldı oracıkta. Adam sara hastaları gibi kasılıyor ve titriyor bir haldeyken Catherine kendine geldi. Etraftakilere, garsonlara yardım edin diye bağırıp dururken bir yandan telefonuyla acil yardım numarasını tuşladı. Karşıdaki soğuk kanlı sese durumu bildirip adres verdi. Ambulansın gelişine kadar geçen 10 dakikalık zaman zarfında adamı sakinleştirmek için uğraşan kalabalık ve yaşanan panik aşağıdaki caddeden bile görülebiliyordu. Sonunda ambulans geldi, sağlık ekipleri adamı sedyeye yatırıp araca taşıdı. Catherine de arkalarından koşturdu, bu geceyi nasıl atlatacağını ve yarınki işine nasıl gidebileceğini düşündü. Yine bir ikilemde kaldı fakat ambulansla gitmeyi seçti ve kapıları kapanmadan son anda binebildi. 

Bütün bu kaos ve hengameden yaklaşık 45 dakika sonra saatler 24.00’ü gösteriyordu. Şimdiye kadar Catherine ve kriz geçiren adama odaklandığımızdan, kafedeki diğer insanların neler yaptığını, mesela korkudan olduğu yerde donup kalan yaşlı kadını, çığlıklar atan genç kızı ve onu sakinleştirmeye çalışan erkek arkadaşını, koşuşturup duran garsonları ve en önemlisi çevresinde yaşananlara hiçbir tepki göstermeden soğukkanlı bir şekilde izleyen ve daha sonra tekrar fokuslanacağımız gizemli kişiyi anlatmadım. Geçen kırk beş dakikanın ardından tahmini yarım saat daha sonra adını hiç söylemediğimiz, kriz geçiren genç yani Murat; Önce zorlanarak gözlerini açtı ve birkaç kez kırpıştırdıktan sonra ağır hareketlerle başını sağa çevirdi. Yaklaşık doksan derecelik açının kapsadığı alanda, bulunduğu acil servis odasının kapısını, koridora bakan, jaluzileri yarı açık büyük bir pencere ve hemen yanında bir serum askısı görebildi buğulu bir bakışla. Pencereden gördüğü birkaç kişiden birine diğerlerine baktığından daha uzun baktı. Hafızası onu rahat bırakmadığından kafedeki gibi tanıyan bir bakış değildi bu. Yine de bilinçaltı görevini yapıyordu. Bir hastane odasında olduğunu anlayabilmişti ama oraya neden ve nasıl geldiğini hatırlayamadı. Sonra başını ilk seferkinden daha hızlı bir şekilde sola çevirdi. Yine birkaç hastane demirbaşı ve sağlık cihazından sonra köşede bir sandalyede uyuklayan Catherine’i gördüğünde gözleri faltaşı gibi açıldı. Önce hayal gördüğünü sandı ama gerçekten onun Catherine olduğunu anlaması yarım saniye sürdü. Tam ona seslenecekti ki ilk gördüğü andaki ani şaşkınlık beyninde sanki bir şok dalgası yaratmıştı ve tekrar baygınlık geçirip başı yastığa düştü…

11 Nisan 2014 Cuma

Kayıp Ruhlar (4)

Kayıp Ruhlar (4)
 
Tarih: 18 Kasım 2009
Yer: Varşova, Polonya

50’lı yaşlarının sonlarındaki Bayan Perlman ikinci kattaki evinin penceresinde sandalyesine oturmuş, işlek caddenin gürültüsü eşliğinde yağan yağmuru seyrediyordu. Çok düşünceli ve huzursuzdu. Bunun sebebi oğlu Vladek’in aniden ortadan kayboluşuydu. Bu yaştaki bir kadın, özellikle bir anne için kolay kabullenilebilecek bir durum değildi. Vladek her ne kadar şimdiye kadar annesini memnun edecek bir şey yapmamış, boş ve serseri bir hayat yaşamış olsa da bugüne kadar annesinden bu kadar uzun süre -yaklaşık on ay- ayrı kalmamıştı. Bu kayboluş son derece şüphe uyandırıcı ve uzun olduğundan, bayan Perlman’ın şu anki düşünceleri arasında uzun yıllar önce ilişkisini kestiği derin ve gizemli dostlarıyla tekrar bağlantı kurmak vardı. Sandalyesinden aniden kalktı ve evinin bir yerlerinde daha önceden sakladığı küçük kilitli sandığını aramaya koyuldu. İçinde gizemli dostlarıyla birlikte geçirdiği zamanlara ait bilgi, belge, belki arkasında adres, telefon yazılı bir fotoğraf, mektup vs. şeylerin bulunduğu bir sandıktı bu. Bunu son çare olarak görmeden önce, oğlundan bir iz bulabilmek için bütün hastaneleri, hapisaneleri, karakolları aramıştı. Polisten, jandarmadan, istihbarattan yardım istemiş ve gazetelere kayıp ilanı vermişti. Bu da fayda etmemiş ve neredeyse ülkenin tüm şehirlerini dolaşmıştı oğlunu bulmak için. Elbette bütün bunları yapmasına yeterli olacak hatrı sayılır küçük bir servete sahipti bayan Perlman. Lakin maalesef ki oğlunu bulamadı. Vladek Perlman neredeydi, ne haldeydi ya da ölmüş olabilir miydi? Binbir kötülük başına gelmiş olabilirdi. Bayan Perlman elbette ki en kötü senaryoya hazırdı ve aramalarına son vermeyecekti. İşte kilitli sandıkta bulabilecekleri, onun eski dostlarıyla tekrar bağlantı kurabilmesine yarayacaktı…

Kayıp Ruhlar (3)

Kayıp Ruhlar (3)

Tarih 20 Ocak 2011
Yer: Mumbai, Hindistan

Değişimden bir sonraki safhaya geçmiş olan Juan yaklaşık altı ay kadar önce diğerleri gibi karmaşık olaylar yaşadıktan sonra bu durumun neden, nasıl gerçekleştiğini araştırmaya koyuldu. Bulunduğu şehirdeki en büyük kütüphanelere gidip, uzun zamandır neredeyse hiç dokunulmamış, kalın, tozlu kitapları karıştırdı, internet ve çeşitli kaynaklardan bu konuyla ilgili epeyce bilgi ve doküman edindi. Fakat birçoğu da neredeyse birbiriyle örtüşmeyen, tutarsız bilgilerdi. Kimisi bazı bilim insanı ve araştırmacıların ileri sürdüğü, teorinin ötesine geçemeyen, kimisi anonim eski zaman hikayelerine dayandırılmış gerçekliğe uzak bilgilerdi. Yine de Juan edindiği bütün bu farklı bilgilerden bir şeyler toparlayabilmiş ve ortak bir paydada birleştirebilmişti kendince. Gündüzleri bir Marangoz atölyesinde çalışıyor, akşamları da farklı farklı geçici işler bulup çalışıyordu. Fırsat buldukça ve istirahat günlerinde sürekli kütüphanelere gidiyor, araştırmalar yapıyordu. Bazen kütüphaneden kitap kiralıyor, bazen internet kafelerde web sayfalarını karıştırıyor ve başındaki, kendisinin bela olarak nitelediği tuhaf durumu çözebilmek için uğraşıyordu. Hatta bir ara bunu diğer rahip arkadaşlarıyla da paylaşmış ve onların bilgilerinden de faydalanmıştı. Nitekim bu uğraşları sonucu olayı çözmeye epey yaklaşmıştı. Juan’ın ruhunun yeni ev sahibi, Tibet’te yaşayan, belden aşağısı felçli, budist bir rahibin bedeniydi. Aslı Güney Kore’liydi Juan’ın ve hikayesinin nerede sonlanacağı henüz bilmiyoruz. Yeni beden, yani adı Talu olan budist rahip bir trafik kazası sonrasında ağır yaralanmış, geçirdiği onca cerrahi operasyona rağmen felçli kalmıştı. Aylarca yattıktan sonra bir tekerlekli sandalye ile taburcu olmuştu hastaneden. Kendisi gibi rahip olan dostları ve yardımsever kişiler tarafından manastırda bakılıyordu. Değişimin ardından bütün o hafıza gidip gelmeleri, flaş çakmaları ve baş ağrısı nöbetlerinden sonra aylardır oturduğu tekerlekli sandalyeden bir gün birdenbire ayağa kalkıvermişti. Beden ve ruhlar yer değiştirdikten sonra Talu’nun vücudu mucizevi bir şekilde kazadan önceki sağlığına kavuşmuş ve o da bunu anlamakta gecikmemişti. Onu ayakta görenler gözlerine inanamamıştı. Çünkü doktorlar ümitsiz vaka diye nitelendirmişti Talu’yu. Böyle bir durumda iken hiçbir belirti göstermeden birdenbire ayaklanması, bazı yazılı ve görsel basın organlarında büyük haber olmuştu. Heryerde “Mucize Adam” diye Talu’nun resimeleri vardı. Hatta neredeyse ülkenin yarısı bu adamı konuşuyordu. Ziyaretine gelip yüz sürmek ve dua almak isteyenler olmuştu. Onu Dalai-Lama sananlar bile vardı. Aslında onun yeni Dalai Lama ya da budist rahip Talu olmadığını bir tek kendisi biliyordu ve bütün bu yoğun ilgi ve karmaşadan kurtulabilmek için çareyi kaçmakta bulmuş ve şu an bulunduğu Mumbai şehrine yerleşmişti. Tabii burada yerleşebilmesi, çalışıp kendini idare edebilecek kadar para kazanabilmesi, kısaca yaşayabilmesi için zorlu bir süreç vardı önünde. Onu Hindistan’da da tanıyanlar çıkabileceği ihtimaliyle giyinişinde, konuşmasında hatta sakal ve saç kesiminde bile epey bir değişiklik yapmıştı. İşin en zor kısmı ise yeni bir kimlikti bunu elde edebilmek için çok uğraşmıştı. Sahte belge düzenleyen birkaç kişi bulup geçinebilecek bir miktar parasını da bu kişilere verip sahte bir kimlik düzenletmişti. Yavaş yavaş hayatını düzene sokmayı başarmıştı böylelikle.

Kayıp Ruhlar (2)

Kayıp Ruhlar (2)

Tarih: 28 Ekim 2010
Saat: 10:30
Yer: İstanbul / Beşiktaş

Son bir kez aynaya baktı Muhsin. Artık çıkabilirdi. Yalnız bu aynaya bakış yaklaşık 2 dakika sürmüştü. Giyim kuşamına ve kendisine özen gösterirdi lakin aynaya bu kadar uzun uzun bakması titizliğinden kaynaklanmıyordu. Sanki olacakları hissetmişcesine kalakalmıştı ve tarif edemeyeceği karmaşık düşünceler kaplamıştı zihnini. Holdeki anne yadigarı eski konsolun üzerinden anahtarlarını ve çantasını alıp uzunca bir süre dönemeyeceği evinin kapısından çıktı. Beşiktaş’ta memur emeklisi merhum annesinden kalan evde oturuyordu. Bir iş için Ankara’ya gitmesi gerekiyordu. Arabasına binip yola koyuldu. Muhsin henüz 3 yaşındayken babası hayata veda etmiş, bu yüzden annesi ona hem annelik hem babalık yapmış, saçını süpürge edip yokluk ve sıkıntı içinde onu büyütüp yetiştirmişti. 30 yaşına kadar iki üniversite bitirip makine mühendisi olmuştu Muhsin. Şüphesiz bunda annesinin çok büyük desteğini görmüştü. Okulu bitirmesinden 2 yıl sonra annesi Meryem hanım da vefat etti. Muhsin babasız büyüdüğü için annesine çok fazla düşkündü, bu yüzden onun vefatına çok daha fazla üzülmüştü. Hatta cenazesinde duygularını ve gözyaşlarını gizleyememiş, herkesin içinde hüngür hüngür ağlamıştı. Baba sevigisinden yoksun büyümüş de olsa annesi ona hiç hissettirmemişti yokluğunu. Onu disiplinli bir şekilde yetiştirmişti. Muhsin bu disiplinle büyüdüğünden yapacağı her işi planlı ve programlıydı. Aynı zamanda çok dakik biriydi. Yola çıktıktan yaklaşık 3,5 saat sonra, Bolu’yu henüz geçmişti ki birdenbire ani ve şiddetli bir başağrısı hissetti. Neredeyse tüm bedenini sarsmıştı bu ağrı. Öyle ki bunun etkisiyle direksiyon hakimiyetini bir an kaybeder gibi oldu. Kaza yapıp taklalar atarak yuvarlanmasına ramak kalmıştı. Başağrıları devam ettiği halde zar zor kendini toparladı ve otoyol kenarında birkaç yüz metre ilerideki duraklama alanında durabildi. Kendisi fark etmese de çevrede onunkinden başka araç yoktu. Başının ağrısı ilk andaki şiddeti kadar olmasa da rahatsız edecek seviyedeydi. Diğer taraftan gözlerinin önünde anlam veremediği görüntüler canlanıyor, flaşlar çakıyordu. Lorenzo’nun uyandığı andaki gibi Muhsin’de iki farklı kişiliğe ait görüntüler görüyordu. Başındaki ağrının ve mütemadiyen görünüp kaybolan imajlar hafif bir baygınlık hali yaratmıştı Muhsin’de…

 

Tarih: 10 Ağustos 2010
Saat: 13:22
Yer: Florida, ABD

John öğlenin bu sıcağında ara sokaklarda koşuşturup durduktan sonra kendisini zar zor yarı bodrum, cafe-bar tarzı bir mekana atabildi. İçerisi dumanaltı ve hafif loştu. Öğle saati olmasına rağmen, barda akşamcılar ver işsiz güçsüz serseri takımından oluşan bir kalabalık vardı. Hiç görmediği insanlar sanki kendisine yiyecekmiş gibi bakıyorlardı. Hiçbirine aldırış etmeden ve korkmadan barın karanlık bir köşesine doğru ilerledi. Zira peşindeki kişiler barda kendisine her an hırgür çıkaracakmış gibi bakan serseri takımından daha teklikeliydi. Kuruyan ağzını ıslatmak için garsondan el işaretiyle bir içki istedi ve en köşedeki eski, yırtık pırtık ve kirli kanepeye oturdu. Peşindekileri atlattığından emin değildi, çok tedirgindi fakat biraz soluklanıp, içkisini bitirip, ortalık biraz sakinleştiğinde çıkmayı düşünüyordu. John’u kovalayanlar, Lorenzo’nun kız arkadaşının uyuşturucu temin ettiği ve Los Angeles şehrinin en büyük uyuşturucu kartelinin üyeleriydiler. John durumun bu kadar vahim olduğunu tahmin bile edemiyordu. Adamlar L.A’dan buralara kadar büyük bir vurgun için gelmiş ve tesadüfen John’a burada rastlamışlardı. Kovalamaca da böyle başladı. Dört kişiydiler ve içlerinden en kızgın olan şüphesiz diğer üçünün şefiydi. Adamlarına onu bulmadan dönmemelerini emretti ve kendisi büyük vurgunu yapacağı bağlantıları ile görüşmek için oradan ayrıldı. Diğer üç adam ondan çok korkuyorlardı ve John’u bulmadan döndükleri takdirde bunun cezasının ölüm olacağının farkındaydılar. Her sokağa ve sokağın içindeki her mekana bakmadan geçmiyorlardı ve John’u bulmaları an meseleseydi. Adamların aradığı kişi aslında John değil, john’ın bedenine girdiği kişi olan Michael’dı. Michael’da uyuşturucu ve kaçakçılık işi yapıyordu ve kartelin alt üyelerinden -yani John’u kovalayan 4 serseri- parayı daha sonra vermek üzere yüklü bir miktar mal almıştı. Kartelin parasını temin edemediği için başı beladaydı ve ABD’nin bir ucu L.A’dan diğer bir ucu NewYork’a oradan da Floridaya kaçmıştı. İşin ilginç yanı, kartelin üyesi dört adam L.A’da bulamadıkları John’u ya da Michael’ı burada bulmuşlardı, bütün bu kovalamacanın asıl nedeni de buydu. Bu arada John barda içksinden son yudumları alırken tanıdık bir yüzün kendisine yaklaştığını gördü. Bu yüzü hangi kişiliğinin tanıdığını anlamaya çalışırken adam tam yanına kadar geldi. “Hey adamım senin burada ne işin var?” diye seslendi. Hızlı düşünerek, Michael’in bedeninde olduğuna göre ve adamın da bu bedeni ve yüzü tanımasından, onun Michael’in tanıdığı biri olduğunun kanısına vardı. Fakat ismini çıkartamadı. Eliyle sus işareti yaparak ayağa kalktı ve selamlaştı. “Asıl senin ne işin var burada” diye aynı soruyla karşılık verdi. Son andan adamın ismini hatırladı Kevin diye ilave etti cümlesinin sonuna. Yani onunla Michael olarak konuşuyordu. “Sana anlatmam gereken çok önemli bir durum var.” Dedi ardından. Kevin’da kirli işler yapan fakat güvenilir biriydi. “Buradan gitmemiz gerek. Başımda çok tuhaf bir durum var ve peşimde de teklikeli birileri. Beni arıyorlar.” Kevin olayı bilmediği halde kritik durumu John’un heyacanından anlamıştı. “Bir arkadaşımın pek kullanmadığı
bir ev var, oraya gidelim, kimse bilmiyor ve güvenli bir yer” dedi. John barmene parasını ödedi ve Kevin önde John arkasında çıktılar. Barın çıkış kapısının önünde bir müddet durup sağını solunu yokladı John. “Gel, üç blok ötede” diye kolundan çekiştirdi Kevin. Arka sokaklardan ve kalabalığa karışmadan eve vardılar. Girer girmez yorgunluktan evin salonundaki koltuğa kendini attı John. Ayaklarını uzattığı sehpanın üzerinde içi hap dolu küçük bir kilitli poşet, esrar ve kokain kalıntıları, kullanılmış şırınga ve serum lastikleri, birkaç da kadın fotoğrafı vardı. Kevin’ın da uyuşturucu işinde olduğunu ve de kadın pazarladığını anlamakta gecikmedi ya da hatırladı. Belli ki bu ev de onun ve takımının ortak kullandıkları bir evdi. Lavabodan çıkıp salona gelen Kevin “Neydi bana söyleyeceğin önemli mevzu? Hem sonra neden başın belada? Peşindekiler kim?” diye sordu ardı ardına. John; “Şimdi sana anlatacaklarımı kimse bilmemeli. Gerçi buna kimse inanmaz, hatta sen de inanmayacaksın. Yine de kimselere anlatma” dedi. Daha sonra iki saat boyunca başına gelenleri sıraladı. Aslında kim olduğunu, neler yaptığını, buraya nereden nasıl geldiğini, peşindeki adamları ve anladığı kadarıyla neden peşinde olduklarını vs. ….

9 Nisan 2014 Çarşamba

Kayıp Ruhlar (1)


Merhaba!

Bu hikaye, başlarından inanılmaz doğaüstü olaylar geçen ve yaşadıkları durumdan kurtulmaya çabalayan, zaman zaman yolları birbiriyle kesişen, kiminin mücadelesinde başarılı olabildiği, kimininse olamadığı karakterlerin ve onların peşinde olan bazısı iyi bazısı kötü insanların ve meydana gelen olaylar zincirinin hikayesidir. Kısmen gerçeğe dayanan, kısmen bugün bildiğimiz fizik kurallarına aykırı olan, bir parça da bilim-kurgu içeren tamamen kurgusal bir hikayedir.


Hikayenin bu bölümünde karakterler tanıtılmaktadır. Karakterlerin başlarından geçen olaylar daha sonra daha fazla ayrıntıyla anlatılacaktır.

Uzun zaman önce yazmaya başladığım ve bir türlü devam ettiremediğim ama sonunda yeniden dönüş yaptığım ve aynı zamanda benim ilk denememdir. Bu hikayeyi belli zaman aralıklarında ve kısmen burada paylaşmak ve tamamlandığında kitap haline getirmek istiyorum. 

Umarım okurken keyif alırsınınız.

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Kayıp Ruhlar (1)

Tarih: 30 Ekim 2010
Saat: 16:25
Yer: Bilinmiyor

Gözlerini açtı, şaşkın bir halde yerde yatar vaziyette olduğunu farketti ve ayağa kalktı. Kendisine baktı, elleri, kolları, ayakları, bacakları, saçları, sanki bir başkasına aitti. Elleriyle yüzüne, burnuna, kulaklarına, saçlarına dokundu, evet her uzvuyla sanki bir başkasıydı ve bir ormanın içindeydi. Bir yandan hafızasında belirli aralıklarla görüntüler canlanıyordu. Avlandığını görüyor, bir yerden düştüğünü, bir şeyin kendisini kovaladığını hatta güzel bir siyahi kızın yüzünü hatırlıyordu. Bütün bunlar da neyin nesiydi. Bu karmaşık duygular, gözünde çakan flaşlar ve yaşadığı şoka bir anlam verememişti. Bir yandan eski benliğine ait anılar, bir yandan da bedenine girdiği kişinin anıları kafasının içinde yer değiştiriyordu. Daha önce okuduğu bazı bilim-kurgu hikayeleri ve kitaplar aklına geldi. Bunun gibi bir olay, önceden başkaları tarafından yaşanmış ve kaleme alınmıştı elbette. Yavaş yavaş anlamaya çalışıyordu, matematik ve bilime o kadar kafası çalışmıyordu ve genel kültürü o kadar gelişmiş değildi. Ama neden kendisi? Neden burada? Ya da neden şimdi? Hangi olay buna sebep olmuştu? Bedenine girdiği kişi bir yerliydi, hatta bu kişinin, yani yeni kendisinin ismini, anne-babasını, kardeşlerini, geçmişini, hangi kabileye mensup olduğunu ve nerede olduğunu sanki yaşamış gibi hatırlamaya başladı birer birer. Bir çeşit çift kişilik yada çift ruh olayıydı bu.

Bütün bu düşünceler beyninin içinde yer değiştirirken ve bir ağacın dibine oturup düşünmeye başlamadan önce nereye gittiğini bilmeden bayağı yol almıştı. Eksik parçalar vardı kafasının içinde uçuşup duran resimlerde. Eski ve yeni benliğinde hatırlayamadığı bazı şeyler olduğunu fark etti. Örneğin daha önceki adı Lorenzo idi ve İspanyol kökenliydi. ABD-California’da yaşıyordu. 25’li yaşlarında üniversite öğrencisiydi. Anne ve babası boşanmış, kendisi de Los Angeles’ta oturuyordu. Kaldığı yer kırık-dökük boyasız duvarlarında yer yer çatlaklar bulunan, eski bir apartmanın 6. katında bir daireydi. Burası Los Angeles gibi büyük ve gelişmiş bir metropolün kenar semtlerinden biriydi çünkü. Kaldığı daireye aylık 300 dolar kira ödüyordu ve ev sahibi Mr. Jason’la da biraz problemliydi. Mr. Jason saçları uzun ve arkadan tekli örülmüş, esmer tenli, yüz hatları korkutucu derecede keskin, geniş omuzlu, iri cüsseli 60’lı yaşlarında bir kızılderiliydi -asimile olmuş kızılderili dersek daha doğru olur-. Onun hep gizemli biri olduğunu düşünürdü. Göründüğünün aksine iyi ve titiz bir adamdı ve kirayı zamanında ödemesi, evini temiz tutması, çöpleri gününde dışarı çıkarması, elektriği ve suyu tasarruflu kullanması ve evde çok gürültü yapmaması gibi konularda sürekli uyarılarda bulunur hatta bazen tuhaf davranışlar da sergilerdi. Lorenzo üniversitede okuyor, bir yandan da önemsiz ufak tefek işlerde çalışıp zar zor geçimini sağlıyordu. Anne ve babası 3 yıl önce boşanmıştı. Ara sıra paraya sıkıştığı zamanlarda ikisine de ayrı ayrı gidip para istiyordu ve hep bunları birgün kendilerine ödeyeceğini söylüyordu. Çünkü onların da maddi, manevi durumları o kadar iyi değildi. Lorenzo okulunda da pek başarılı biri sayılmazdı. Lisa adında uyuşturucu bağımlısı bir kız arkadaşı vardı ve uyuşturucu madde satın almak için kapısına dadandığı kişiler de tehlikeli insanlardı. Bir keresinde bu insanlar yüzünden başı belaya girmişti. Onlara karşı sürekli kız arkadaşını uyarıyor hatta elinden geldiğince onu engellemeye de çalışıyordu. Zira bunun pek faydası olduğunu da söylenemezdi.

Buraya kadar her şey normaldi ama hatırlayamadığı bazı anılar, isimler ve yüzler de vardı. Daha doğrusu bazı yüzler gözünün önüne geliyor fakat o yüze ait ismi ya da isimlere ait yüzleri hatırlayamıyordu. Bir yanda hala yeni bedenine ait tarihsel sıralamasını yitirmiş hatıralar gözünün önüne geliyor ve kafasının karışmasına daha çok yardımcı oluyordu. Şimdiye kadar anlatılanlar sadece 10 dakikalık bir zaman dilimi içerisinde yaşanmıştı ama Lorenzo hala şokun etkisindeydi ve binlerce soru işareti hala kafasının içinde uçuşup duruyordu. Öyle ya on dakika içerisinde bu kadar karışık düşünce içerisinde bu kadar çok bilinmez denkleme kim çözüm bulabilir? Şimdi tekrar yaşananlara dönelim. Lorenzo oturduğu, daha doğrusu sindiği ağacın dibinden birden bire ayağa kalktı ve etrafına bakındı. Bazı çıtırtılar duymuştu onu bu düşüncelerden geçici olarak alıkoyan ve biraz da korkutan. Ara ara sağda, solda ve önünde bazı karaltılar da gözüne çarptı. Korkusu bir kat daha arttı ve ağaca sırtını iyice yapıştırdı. Maksadı arkasını sağlama alıp çevreyi iyice gözetlemek ve dinlemekti. Hava da çoktan kararmış, izbe ormanın içine zifiri karanlık, sis ve pus iyiden iyiye çökmüştü. Kafasını yukarı kaldırdı, yüksek ve sık ağaçların ve kimi ince ve uzun, kimisi yayvan, kimisi yuvarlak ve küçük yaprakların arasından bulunduğu yeri bir parça aydınlatan ay ışığı belirdi gökyüzünde. Şüphesiz bu kadar aydınlık sağlayan şey bulutların arasından yüzünü gösteren dolunaydı. Onu daha iyi görebilmek içi bir iki adım sola kaydı. Şimdi buradan daha net görebiliyordu dolunayı. Sanki her zamankinden daha büyük, daha parlaktı. Bütün güzelliği, gizemi, ürkütücülüğü ve hayret vericiliğiyle gökyüzünde asılı bir lamba gibi duruyordu. Lorenzo’ya birden bir titreme geldi, içi ürperdi. Bu kısacık sürede yaşadıklarının sebebi dolunay olabilir miydi? Çünkü astrologlara ve insanların bir kısmına göre gezegenlerin, ayın ve özellikle de Dolunay’ın insanlar üzerinde etkisi vardır. Lorenzo da buna inanmaktaydı. Bu korkunç yerden bir an önce kurtulması gerektiğini düşündü lakin dolunaya rağmen gece karanlığı buna izin vermeyecekti. Bir yerlere gidebilmek için önce nerede olduğunu bilmesi ve de yön tayin etmesi gerekiyordu. Aslında içinde bulunduğu ortama da alışkındı. Ne de olsa bedenine girdiği kişi burada doğup uzun yıllar burada yaşamış ve hatta bu ormanda avlanmış bir yerliydi. Lorenzo olarak da sanki hayatının bir kısmını burada geçirmiş gibi hissediyordu. Tabii bu, hatırladıklarını birbirinden tam olarak ayrıştıramamış olmasından da kaynaklanıyor olabilir. En sonunda mantığı korkusunu yendi. Karanlıkta yön bilmeden tehlikelerle dolu ormanda ilerlemek yerine geceyi güvenli bir yerde atlatmak ve gündüz yola çıkmak daha mantıklıydı. Kendisine korunaklı bir yer arama çabasına girişti ve bunda başarılı oldu. Epeyce yorulmuştu zaten. Üzerinde büyük bir ağaç bulunan hafif tümsek bir tarafı çukur bir yer buldu. Ağacın, tümseğin çukur tarafında açıkta bulunan kökleri arasında küçük bir aralık buldu ve burayı yatabileceği bir yer haline getirmesi uzun sürmedi. Artık geceyi geçirebileceği güvenli yerinde yatıp uyumaya çalıştı. Tabii uykuya dalması birkaç saat sürdü. Bu esnada düşünmeye devam ederken içinden lanetler okuyordu. Madem ki böyle bir durum başına geldi. Neden L.A’da sahil şeridinde lüks evi, lüks arabaları, marinada yatları ve çok parası olan zengin birinin, yahut neden önemli bir insanın bedenine girmemişti de siyahi bir yerlinin vücudunda hayat bulmuştu? Belki de burada yerine getirilmesi gereken bir görev, bir amaç olduğunun farkında değildi. Bu düşünceler içinde uykuya daldı.

Biz karakterimizi burada kendisiyle baş başa bırakıp hikayemize devam edeceğiz.