11 Nisan 2014 Cuma

Kayıp Ruhlar (4)

Kayıp Ruhlar (4)
 
Tarih: 18 Kasım 2009
Yer: Varşova, Polonya

50’lı yaşlarının sonlarındaki Bayan Perlman ikinci kattaki evinin penceresinde sandalyesine oturmuş, işlek caddenin gürültüsü eşliğinde yağan yağmuru seyrediyordu. Çok düşünceli ve huzursuzdu. Bunun sebebi oğlu Vladek’in aniden ortadan kayboluşuydu. Bu yaştaki bir kadın, özellikle bir anne için kolay kabullenilebilecek bir durum değildi. Vladek her ne kadar şimdiye kadar annesini memnun edecek bir şey yapmamış, boş ve serseri bir hayat yaşamış olsa da bugüne kadar annesinden bu kadar uzun süre -yaklaşık on ay- ayrı kalmamıştı. Bu kayboluş son derece şüphe uyandırıcı ve uzun olduğundan, bayan Perlman’ın şu anki düşünceleri arasında uzun yıllar önce ilişkisini kestiği derin ve gizemli dostlarıyla tekrar bağlantı kurmak vardı. Sandalyesinden aniden kalktı ve evinin bir yerlerinde daha önceden sakladığı küçük kilitli sandığını aramaya koyuldu. İçinde gizemli dostlarıyla birlikte geçirdiği zamanlara ait bilgi, belge, belki arkasında adres, telefon yazılı bir fotoğraf, mektup vs. şeylerin bulunduğu bir sandıktı bu. Bunu son çare olarak görmeden önce, oğlundan bir iz bulabilmek için bütün hastaneleri, hapisaneleri, karakolları aramıştı. Polisten, jandarmadan, istihbarattan yardım istemiş ve gazetelere kayıp ilanı vermişti. Bu da fayda etmemiş ve neredeyse ülkenin tüm şehirlerini dolaşmıştı oğlunu bulmak için. Elbette bütün bunları yapmasına yeterli olacak hatrı sayılır küçük bir servete sahipti bayan Perlman. Lakin maalesef ki oğlunu bulamadı. Vladek Perlman neredeydi, ne haldeydi ya da ölmüş olabilir miydi? Binbir kötülük başına gelmiş olabilirdi. Bayan Perlman elbette ki en kötü senaryoya hazırdı ve aramalarına son vermeyecekti. İşte kilitli sandıkta bulabilecekleri, onun eski dostlarıyla tekrar bağlantı kurabilmesine yarayacaktı…

Kayıp Ruhlar (3)

Kayıp Ruhlar (3)

Tarih 20 Ocak 2011
Yer: Mumbai, Hindistan

Değişimden bir sonraki safhaya geçmiş olan Juan yaklaşık altı ay kadar önce diğerleri gibi karmaşık olaylar yaşadıktan sonra bu durumun neden, nasıl gerçekleştiğini araştırmaya koyuldu. Bulunduğu şehirdeki en büyük kütüphanelere gidip, uzun zamandır neredeyse hiç dokunulmamış, kalın, tozlu kitapları karıştırdı, internet ve çeşitli kaynaklardan bu konuyla ilgili epeyce bilgi ve doküman edindi. Fakat birçoğu da neredeyse birbiriyle örtüşmeyen, tutarsız bilgilerdi. Kimisi bazı bilim insanı ve araştırmacıların ileri sürdüğü, teorinin ötesine geçemeyen, kimisi anonim eski zaman hikayelerine dayandırılmış gerçekliğe uzak bilgilerdi. Yine de Juan edindiği bütün bu farklı bilgilerden bir şeyler toparlayabilmiş ve ortak bir paydada birleştirebilmişti kendince. Gündüzleri bir Marangoz atölyesinde çalışıyor, akşamları da farklı farklı geçici işler bulup çalışıyordu. Fırsat buldukça ve istirahat günlerinde sürekli kütüphanelere gidiyor, araştırmalar yapıyordu. Bazen kütüphaneden kitap kiralıyor, bazen internet kafelerde web sayfalarını karıştırıyor ve başındaki, kendisinin bela olarak nitelediği tuhaf durumu çözebilmek için uğraşıyordu. Hatta bir ara bunu diğer rahip arkadaşlarıyla da paylaşmış ve onların bilgilerinden de faydalanmıştı. Nitekim bu uğraşları sonucu olayı çözmeye epey yaklaşmıştı. Juan’ın ruhunun yeni ev sahibi, Tibet’te yaşayan, belden aşağısı felçli, budist bir rahibin bedeniydi. Aslı Güney Kore’liydi Juan’ın ve hikayesinin nerede sonlanacağı henüz bilmiyoruz. Yeni beden, yani adı Talu olan budist rahip bir trafik kazası sonrasında ağır yaralanmış, geçirdiği onca cerrahi operasyona rağmen felçli kalmıştı. Aylarca yattıktan sonra bir tekerlekli sandalye ile taburcu olmuştu hastaneden. Kendisi gibi rahip olan dostları ve yardımsever kişiler tarafından manastırda bakılıyordu. Değişimin ardından bütün o hafıza gidip gelmeleri, flaş çakmaları ve baş ağrısı nöbetlerinden sonra aylardır oturduğu tekerlekli sandalyeden bir gün birdenbire ayağa kalkıvermişti. Beden ve ruhlar yer değiştirdikten sonra Talu’nun vücudu mucizevi bir şekilde kazadan önceki sağlığına kavuşmuş ve o da bunu anlamakta gecikmemişti. Onu ayakta görenler gözlerine inanamamıştı. Çünkü doktorlar ümitsiz vaka diye nitelendirmişti Talu’yu. Böyle bir durumda iken hiçbir belirti göstermeden birdenbire ayaklanması, bazı yazılı ve görsel basın organlarında büyük haber olmuştu. Heryerde “Mucize Adam” diye Talu’nun resimeleri vardı. Hatta neredeyse ülkenin yarısı bu adamı konuşuyordu. Ziyaretine gelip yüz sürmek ve dua almak isteyenler olmuştu. Onu Dalai-Lama sananlar bile vardı. Aslında onun yeni Dalai Lama ya da budist rahip Talu olmadığını bir tek kendisi biliyordu ve bütün bu yoğun ilgi ve karmaşadan kurtulabilmek için çareyi kaçmakta bulmuş ve şu an bulunduğu Mumbai şehrine yerleşmişti. Tabii burada yerleşebilmesi, çalışıp kendini idare edebilecek kadar para kazanabilmesi, kısaca yaşayabilmesi için zorlu bir süreç vardı önünde. Onu Hindistan’da da tanıyanlar çıkabileceği ihtimaliyle giyinişinde, konuşmasında hatta sakal ve saç kesiminde bile epey bir değişiklik yapmıştı. İşin en zor kısmı ise yeni bir kimlikti bunu elde edebilmek için çok uğraşmıştı. Sahte belge düzenleyen birkaç kişi bulup geçinebilecek bir miktar parasını da bu kişilere verip sahte bir kimlik düzenletmişti. Yavaş yavaş hayatını düzene sokmayı başarmıştı böylelikle.

Kayıp Ruhlar (2)

Kayıp Ruhlar (2)

Tarih: 28 Ekim 2010
Saat: 10:30
Yer: İstanbul / Beşiktaş

Son bir kez aynaya baktı Muhsin. Artık çıkabilirdi. Yalnız bu aynaya bakış yaklaşık 2 dakika sürmüştü. Giyim kuşamına ve kendisine özen gösterirdi lakin aynaya bu kadar uzun uzun bakması titizliğinden kaynaklanmıyordu. Sanki olacakları hissetmişcesine kalakalmıştı ve tarif edemeyeceği karmaşık düşünceler kaplamıştı zihnini. Holdeki anne yadigarı eski konsolun üzerinden anahtarlarını ve çantasını alıp uzunca bir süre dönemeyeceği evinin kapısından çıktı. Beşiktaş’ta memur emeklisi merhum annesinden kalan evde oturuyordu. Bir iş için Ankara’ya gitmesi gerekiyordu. Arabasına binip yola koyuldu. Muhsin henüz 3 yaşındayken babası hayata veda etmiş, bu yüzden annesi ona hem annelik hem babalık yapmış, saçını süpürge edip yokluk ve sıkıntı içinde onu büyütüp yetiştirmişti. 30 yaşına kadar iki üniversite bitirip makine mühendisi olmuştu Muhsin. Şüphesiz bunda annesinin çok büyük desteğini görmüştü. Okulu bitirmesinden 2 yıl sonra annesi Meryem hanım da vefat etti. Muhsin babasız büyüdüğü için annesine çok fazla düşkündü, bu yüzden onun vefatına çok daha fazla üzülmüştü. Hatta cenazesinde duygularını ve gözyaşlarını gizleyememiş, herkesin içinde hüngür hüngür ağlamıştı. Baba sevigisinden yoksun büyümüş de olsa annesi ona hiç hissettirmemişti yokluğunu. Onu disiplinli bir şekilde yetiştirmişti. Muhsin bu disiplinle büyüdüğünden yapacağı her işi planlı ve programlıydı. Aynı zamanda çok dakik biriydi. Yola çıktıktan yaklaşık 3,5 saat sonra, Bolu’yu henüz geçmişti ki birdenbire ani ve şiddetli bir başağrısı hissetti. Neredeyse tüm bedenini sarsmıştı bu ağrı. Öyle ki bunun etkisiyle direksiyon hakimiyetini bir an kaybeder gibi oldu. Kaza yapıp taklalar atarak yuvarlanmasına ramak kalmıştı. Başağrıları devam ettiği halde zar zor kendini toparladı ve otoyol kenarında birkaç yüz metre ilerideki duraklama alanında durabildi. Kendisi fark etmese de çevrede onunkinden başka araç yoktu. Başının ağrısı ilk andaki şiddeti kadar olmasa da rahatsız edecek seviyedeydi. Diğer taraftan gözlerinin önünde anlam veremediği görüntüler canlanıyor, flaşlar çakıyordu. Lorenzo’nun uyandığı andaki gibi Muhsin’de iki farklı kişiliğe ait görüntüler görüyordu. Başındaki ağrının ve mütemadiyen görünüp kaybolan imajlar hafif bir baygınlık hali yaratmıştı Muhsin’de…

 

Tarih: 10 Ağustos 2010
Saat: 13:22
Yer: Florida, ABD

John öğlenin bu sıcağında ara sokaklarda koşuşturup durduktan sonra kendisini zar zor yarı bodrum, cafe-bar tarzı bir mekana atabildi. İçerisi dumanaltı ve hafif loştu. Öğle saati olmasına rağmen, barda akşamcılar ver işsiz güçsüz serseri takımından oluşan bir kalabalık vardı. Hiç görmediği insanlar sanki kendisine yiyecekmiş gibi bakıyorlardı. Hiçbirine aldırış etmeden ve korkmadan barın karanlık bir köşesine doğru ilerledi. Zira peşindeki kişiler barda kendisine her an hırgür çıkaracakmış gibi bakan serseri takımından daha teklikeliydi. Kuruyan ağzını ıslatmak için garsondan el işaretiyle bir içki istedi ve en köşedeki eski, yırtık pırtık ve kirli kanepeye oturdu. Peşindekileri atlattığından emin değildi, çok tedirgindi fakat biraz soluklanıp, içkisini bitirip, ortalık biraz sakinleştiğinde çıkmayı düşünüyordu. John’u kovalayanlar, Lorenzo’nun kız arkadaşının uyuşturucu temin ettiği ve Los Angeles şehrinin en büyük uyuşturucu kartelinin üyeleriydiler. John durumun bu kadar vahim olduğunu tahmin bile edemiyordu. Adamlar L.A’dan buralara kadar büyük bir vurgun için gelmiş ve tesadüfen John’a burada rastlamışlardı. Kovalamaca da böyle başladı. Dört kişiydiler ve içlerinden en kızgın olan şüphesiz diğer üçünün şefiydi. Adamlarına onu bulmadan dönmemelerini emretti ve kendisi büyük vurgunu yapacağı bağlantıları ile görüşmek için oradan ayrıldı. Diğer üç adam ondan çok korkuyorlardı ve John’u bulmadan döndükleri takdirde bunun cezasının ölüm olacağının farkındaydılar. Her sokağa ve sokağın içindeki her mekana bakmadan geçmiyorlardı ve John’u bulmaları an meseleseydi. Adamların aradığı kişi aslında John değil, john’ın bedenine girdiği kişi olan Michael’dı. Michael’da uyuşturucu ve kaçakçılık işi yapıyordu ve kartelin alt üyelerinden -yani John’u kovalayan 4 serseri- parayı daha sonra vermek üzere yüklü bir miktar mal almıştı. Kartelin parasını temin edemediği için başı beladaydı ve ABD’nin bir ucu L.A’dan diğer bir ucu NewYork’a oradan da Floridaya kaçmıştı. İşin ilginç yanı, kartelin üyesi dört adam L.A’da bulamadıkları John’u ya da Michael’ı burada bulmuşlardı, bütün bu kovalamacanın asıl nedeni de buydu. Bu arada John barda içksinden son yudumları alırken tanıdık bir yüzün kendisine yaklaştığını gördü. Bu yüzü hangi kişiliğinin tanıdığını anlamaya çalışırken adam tam yanına kadar geldi. “Hey adamım senin burada ne işin var?” diye seslendi. Hızlı düşünerek, Michael’in bedeninde olduğuna göre ve adamın da bu bedeni ve yüzü tanımasından, onun Michael’in tanıdığı biri olduğunun kanısına vardı. Fakat ismini çıkartamadı. Eliyle sus işareti yaparak ayağa kalktı ve selamlaştı. “Asıl senin ne işin var burada” diye aynı soruyla karşılık verdi. Son andan adamın ismini hatırladı Kevin diye ilave etti cümlesinin sonuna. Yani onunla Michael olarak konuşuyordu. “Sana anlatmam gereken çok önemli bir durum var.” Dedi ardından. Kevin’da kirli işler yapan fakat güvenilir biriydi. “Buradan gitmemiz gerek. Başımda çok tuhaf bir durum var ve peşimde de teklikeli birileri. Beni arıyorlar.” Kevin olayı bilmediği halde kritik durumu John’un heyacanından anlamıştı. “Bir arkadaşımın pek kullanmadığı
bir ev var, oraya gidelim, kimse bilmiyor ve güvenli bir yer” dedi. John barmene parasını ödedi ve Kevin önde John arkasında çıktılar. Barın çıkış kapısının önünde bir müddet durup sağını solunu yokladı John. “Gel, üç blok ötede” diye kolundan çekiştirdi Kevin. Arka sokaklardan ve kalabalığa karışmadan eve vardılar. Girer girmez yorgunluktan evin salonundaki koltuğa kendini attı John. Ayaklarını uzattığı sehpanın üzerinde içi hap dolu küçük bir kilitli poşet, esrar ve kokain kalıntıları, kullanılmış şırınga ve serum lastikleri, birkaç da kadın fotoğrafı vardı. Kevin’ın da uyuşturucu işinde olduğunu ve de kadın pazarladığını anlamakta gecikmedi ya da hatırladı. Belli ki bu ev de onun ve takımının ortak kullandıkları bir evdi. Lavabodan çıkıp salona gelen Kevin “Neydi bana söyleyeceğin önemli mevzu? Hem sonra neden başın belada? Peşindekiler kim?” diye sordu ardı ardına. John; “Şimdi sana anlatacaklarımı kimse bilmemeli. Gerçi buna kimse inanmaz, hatta sen de inanmayacaksın. Yine de kimselere anlatma” dedi. Daha sonra iki saat boyunca başına gelenleri sıraladı. Aslında kim olduğunu, neler yaptığını, buraya nereden nasıl geldiğini, peşindeki adamları ve anladığı kadarıyla neden peşinde olduklarını vs. ….

9 Nisan 2014 Çarşamba

Kayıp Ruhlar (1)


Merhaba!

Bu hikaye, başlarından inanılmaz doğaüstü olaylar geçen ve yaşadıkları durumdan kurtulmaya çabalayan, zaman zaman yolları birbiriyle kesişen, kiminin mücadelesinde başarılı olabildiği, kimininse olamadığı karakterlerin ve onların peşinde olan bazısı iyi bazısı kötü insanların ve meydana gelen olaylar zincirinin hikayesidir. Kısmen gerçeğe dayanan, kısmen bugün bildiğimiz fizik kurallarına aykırı olan, bir parça da bilim-kurgu içeren tamamen kurgusal bir hikayedir.


Hikayenin bu bölümünde karakterler tanıtılmaktadır. Karakterlerin başlarından geçen olaylar daha sonra daha fazla ayrıntıyla anlatılacaktır.

Uzun zaman önce yazmaya başladığım ve bir türlü devam ettiremediğim ama sonunda yeniden dönüş yaptığım ve aynı zamanda benim ilk denememdir. Bu hikayeyi belli zaman aralıklarında ve kısmen burada paylaşmak ve tamamlandığında kitap haline getirmek istiyorum. 

Umarım okurken keyif alırsınınız.

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Kayıp Ruhlar (1)

Tarih: 30 Ekim 2010
Saat: 16:25
Yer: Bilinmiyor

Gözlerini açtı, şaşkın bir halde yerde yatar vaziyette olduğunu farketti ve ayağa kalktı. Kendisine baktı, elleri, kolları, ayakları, bacakları, saçları, sanki bir başkasına aitti. Elleriyle yüzüne, burnuna, kulaklarına, saçlarına dokundu, evet her uzvuyla sanki bir başkasıydı ve bir ormanın içindeydi. Bir yandan hafızasında belirli aralıklarla görüntüler canlanıyordu. Avlandığını görüyor, bir yerden düştüğünü, bir şeyin kendisini kovaladığını hatta güzel bir siyahi kızın yüzünü hatırlıyordu. Bütün bunlar da neyin nesiydi. Bu karmaşık duygular, gözünde çakan flaşlar ve yaşadığı şoka bir anlam verememişti. Bir yandan eski benliğine ait anılar, bir yandan da bedenine girdiği kişinin anıları kafasının içinde yer değiştiriyordu. Daha önce okuduğu bazı bilim-kurgu hikayeleri ve kitaplar aklına geldi. Bunun gibi bir olay, önceden başkaları tarafından yaşanmış ve kaleme alınmıştı elbette. Yavaş yavaş anlamaya çalışıyordu, matematik ve bilime o kadar kafası çalışmıyordu ve genel kültürü o kadar gelişmiş değildi. Ama neden kendisi? Neden burada? Ya da neden şimdi? Hangi olay buna sebep olmuştu? Bedenine girdiği kişi bir yerliydi, hatta bu kişinin, yani yeni kendisinin ismini, anne-babasını, kardeşlerini, geçmişini, hangi kabileye mensup olduğunu ve nerede olduğunu sanki yaşamış gibi hatırlamaya başladı birer birer. Bir çeşit çift kişilik yada çift ruh olayıydı bu.

Bütün bu düşünceler beyninin içinde yer değiştirirken ve bir ağacın dibine oturup düşünmeye başlamadan önce nereye gittiğini bilmeden bayağı yol almıştı. Eksik parçalar vardı kafasının içinde uçuşup duran resimlerde. Eski ve yeni benliğinde hatırlayamadığı bazı şeyler olduğunu fark etti. Örneğin daha önceki adı Lorenzo idi ve İspanyol kökenliydi. ABD-California’da yaşıyordu. 25’li yaşlarında üniversite öğrencisiydi. Anne ve babası boşanmış, kendisi de Los Angeles’ta oturuyordu. Kaldığı yer kırık-dökük boyasız duvarlarında yer yer çatlaklar bulunan, eski bir apartmanın 6. katında bir daireydi. Burası Los Angeles gibi büyük ve gelişmiş bir metropolün kenar semtlerinden biriydi çünkü. Kaldığı daireye aylık 300 dolar kira ödüyordu ve ev sahibi Mr. Jason’la da biraz problemliydi. Mr. Jason saçları uzun ve arkadan tekli örülmüş, esmer tenli, yüz hatları korkutucu derecede keskin, geniş omuzlu, iri cüsseli 60’lı yaşlarında bir kızılderiliydi -asimile olmuş kızılderili dersek daha doğru olur-. Onun hep gizemli biri olduğunu düşünürdü. Göründüğünün aksine iyi ve titiz bir adamdı ve kirayı zamanında ödemesi, evini temiz tutması, çöpleri gününde dışarı çıkarması, elektriği ve suyu tasarruflu kullanması ve evde çok gürültü yapmaması gibi konularda sürekli uyarılarda bulunur hatta bazen tuhaf davranışlar da sergilerdi. Lorenzo üniversitede okuyor, bir yandan da önemsiz ufak tefek işlerde çalışıp zar zor geçimini sağlıyordu. Anne ve babası 3 yıl önce boşanmıştı. Ara sıra paraya sıkıştığı zamanlarda ikisine de ayrı ayrı gidip para istiyordu ve hep bunları birgün kendilerine ödeyeceğini söylüyordu. Çünkü onların da maddi, manevi durumları o kadar iyi değildi. Lorenzo okulunda da pek başarılı biri sayılmazdı. Lisa adında uyuşturucu bağımlısı bir kız arkadaşı vardı ve uyuşturucu madde satın almak için kapısına dadandığı kişiler de tehlikeli insanlardı. Bir keresinde bu insanlar yüzünden başı belaya girmişti. Onlara karşı sürekli kız arkadaşını uyarıyor hatta elinden geldiğince onu engellemeye de çalışıyordu. Zira bunun pek faydası olduğunu da söylenemezdi.

Buraya kadar her şey normaldi ama hatırlayamadığı bazı anılar, isimler ve yüzler de vardı. Daha doğrusu bazı yüzler gözünün önüne geliyor fakat o yüze ait ismi ya da isimlere ait yüzleri hatırlayamıyordu. Bir yanda hala yeni bedenine ait tarihsel sıralamasını yitirmiş hatıralar gözünün önüne geliyor ve kafasının karışmasına daha çok yardımcı oluyordu. Şimdiye kadar anlatılanlar sadece 10 dakikalık bir zaman dilimi içerisinde yaşanmıştı ama Lorenzo hala şokun etkisindeydi ve binlerce soru işareti hala kafasının içinde uçuşup duruyordu. Öyle ya on dakika içerisinde bu kadar karışık düşünce içerisinde bu kadar çok bilinmez denkleme kim çözüm bulabilir? Şimdi tekrar yaşananlara dönelim. Lorenzo oturduğu, daha doğrusu sindiği ağacın dibinden birden bire ayağa kalktı ve etrafına bakındı. Bazı çıtırtılar duymuştu onu bu düşüncelerden geçici olarak alıkoyan ve biraz da korkutan. Ara ara sağda, solda ve önünde bazı karaltılar da gözüne çarptı. Korkusu bir kat daha arttı ve ağaca sırtını iyice yapıştırdı. Maksadı arkasını sağlama alıp çevreyi iyice gözetlemek ve dinlemekti. Hava da çoktan kararmış, izbe ormanın içine zifiri karanlık, sis ve pus iyiden iyiye çökmüştü. Kafasını yukarı kaldırdı, yüksek ve sık ağaçların ve kimi ince ve uzun, kimisi yayvan, kimisi yuvarlak ve küçük yaprakların arasından bulunduğu yeri bir parça aydınlatan ay ışığı belirdi gökyüzünde. Şüphesiz bu kadar aydınlık sağlayan şey bulutların arasından yüzünü gösteren dolunaydı. Onu daha iyi görebilmek içi bir iki adım sola kaydı. Şimdi buradan daha net görebiliyordu dolunayı. Sanki her zamankinden daha büyük, daha parlaktı. Bütün güzelliği, gizemi, ürkütücülüğü ve hayret vericiliğiyle gökyüzünde asılı bir lamba gibi duruyordu. Lorenzo’ya birden bir titreme geldi, içi ürperdi. Bu kısacık sürede yaşadıklarının sebebi dolunay olabilir miydi? Çünkü astrologlara ve insanların bir kısmına göre gezegenlerin, ayın ve özellikle de Dolunay’ın insanlar üzerinde etkisi vardır. Lorenzo da buna inanmaktaydı. Bu korkunç yerden bir an önce kurtulması gerektiğini düşündü lakin dolunaya rağmen gece karanlığı buna izin vermeyecekti. Bir yerlere gidebilmek için önce nerede olduğunu bilmesi ve de yön tayin etmesi gerekiyordu. Aslında içinde bulunduğu ortama da alışkındı. Ne de olsa bedenine girdiği kişi burada doğup uzun yıllar burada yaşamış ve hatta bu ormanda avlanmış bir yerliydi. Lorenzo olarak da sanki hayatının bir kısmını burada geçirmiş gibi hissediyordu. Tabii bu, hatırladıklarını birbirinden tam olarak ayrıştıramamış olmasından da kaynaklanıyor olabilir. En sonunda mantığı korkusunu yendi. Karanlıkta yön bilmeden tehlikelerle dolu ormanda ilerlemek yerine geceyi güvenli bir yerde atlatmak ve gündüz yola çıkmak daha mantıklıydı. Kendisine korunaklı bir yer arama çabasına girişti ve bunda başarılı oldu. Epeyce yorulmuştu zaten. Üzerinde büyük bir ağaç bulunan hafif tümsek bir tarafı çukur bir yer buldu. Ağacın, tümseğin çukur tarafında açıkta bulunan kökleri arasında küçük bir aralık buldu ve burayı yatabileceği bir yer haline getirmesi uzun sürmedi. Artık geceyi geçirebileceği güvenli yerinde yatıp uyumaya çalıştı. Tabii uykuya dalması birkaç saat sürdü. Bu esnada düşünmeye devam ederken içinden lanetler okuyordu. Madem ki böyle bir durum başına geldi. Neden L.A’da sahil şeridinde lüks evi, lüks arabaları, marinada yatları ve çok parası olan zengin birinin, yahut neden önemli bir insanın bedenine girmemişti de siyahi bir yerlinin vücudunda hayat bulmuştu? Belki de burada yerine getirilmesi gereken bir görev, bir amaç olduğunun farkında değildi. Bu düşünceler içinde uykuya daldı.

Biz karakterimizi burada kendisiyle baş başa bırakıp hikayemize devam edeceğiz.